‘SARHOŞTUM, ISLAKTIM, ESRİKTİM; AŞKTAN, ŞİİRDEN, KEDERDEN’
-ADANA-
Ataol Behramoğlu; 1992’nin Paris’inde, hüzünlerini aşklarını yaşanmışlıklarını hasat ediyor, o güzelim şiirlerine yenilerini ekliyor:
“Paris’ti, geceydi, gençtim/ koyu, simsiyah akıyordu Seine/ sarhoştum, ıslaktım, esriktim/ aşktan, şiirden, kederden.”
20’nci yüzyılın son demleri yaşanıyor Avrupa’nın romantik başkentinde. “Paris’ti, hüzünlerden hüzün beğen/ orada ölmek istiyordum/ yazılmamış şiirlerimi/ ardım sıra sürüklüyordum” diye devam ediyor Behramoğlu’nun dizeleri; yaşadığı çağın sarhoşluğunu ıslaklığını esrikliğini anlattığı:
“Paris’ti, aşkımın Paris’i/ her gülüş, her söz bir sır küpüydü/ tepeden tırnağa bir kalptim sanki/ özleyişlerle örtülü. // Paris’ti, gecenin, hüznün Paris’i/ yağmurun ve gençliğin/ teşekkürler, esirgediğin/ ve sunduğun her şey için.”
‘SEINE SOKAĞI, SAAT ON OTUZ; VAKİT AKŞAM’
Paris hüzünleri aşkları yaşanmışlıkları Fransız şairler Guillaume Apollinaire ve Jacques Prévert’in dizelerinde de yüreklere dokunuyor.
Apollinaire, aşklarını Mirabeau Köprüsü’nün altından akıp giden Seine Nehri’ne benzetiyor ve “Ne geçen günlerin/ ne de aşkların geri döneceği var” umutsuzluğunu yaşıyor. Yine de bir umutla şunları söylüyor:
“Hep yüz yüze kalalım, el ele tutuşların/ ahengine uyarak/ bir köprü kuralım ki kollarımız altından/ yorgun dalgası geçsin o sonsuz bakışların.”
Prévert ise, Paris’te, tutkulu bir akşamı anlatıyor.
Diyor ki:
“Seine Sokağı, saat on otuz/ vakit akşam/ köşesinde bir başka sokağın/ sendeliyor bir adam/ şapkalı yağmurluklu/ genç bir adam/ bir kadın sarsıyor onu/ sarsarak konuşuyor onunla/ başını sallıyor adam/ şapkası yan yatmış/ ve kadının şapkası düştü düşecek/ rengi solgun ikisinin de/ belli ki adam gitmek/ yok olmak, ölmek istiyor/ ama kadın can atıyor yaşamaya/ duymamak imkânsız/ fısıldayan sesini kadının.”
Avrupa’nın orta yerinde, Paris’te hüzünler aşklara, aşklar yaşanmışlıklara bulaşıyor.
‘İSPANYOL MEYHANESİ’NDE ÖLDÜĞÜMÜZÜ KİMSE BİLMESİN’
Hüzünler aşklar yaşanmışlıklar Ümit Yaşar Oğuzcan’ın dizelerinde de dile geliyor, İspanyol Meyhanesi’nde buluşturuyor hepimizi bir şubat akşamında:
“Kararmış tahta masamızda bir şişe şarap/ gecelerden bir gece, bezginiz/ üstelik adamakıllı sarhoşuz/ ellerin ellerimde.”
İspanyol Meyhanesi’nde “çığlık çığlığa şarkı söyleyen” kadının yüreğine değmek istiyoruz; “belli yıkılmış”, “hayli çirkin, hayli geçkin, ağlamaklı”, “zayıf, incecik elli, kalın dudaklı” kadının.
Sesi “tokat gibi” kulaklarımızda patlıyor; “yüzümüz al al”, “içimiz hüzün dolu, kahır dolu”, “gözlerimiz kanlı”.
İspanyol Meyhanesi’nde son kadehler tokuşturuluyor:
“Hey garson!/ Bütün hesaplar benden bu gece, sen de iç/ kapat kapıları/ yabancı gelmesin/ İspanyol Meyhanesi’nde öldüğümüzü/ kimse bilmesin.”
Oğuzcan’ın ardından bir “masa” da Edip Cansever kuruyor akşamımıza:
“Adam yaşama sevinci içinde/ masaya anahtarlarını koydu/ bakır kâseye çiçekleri koydu/ sütünü, yumurtasını koydu/ pencereden gelen ışığı koydu/ bisiklet sesini, çıkrık sesini/ ekmeğin, havanın yumuşaklığını koydu/ adam masaya/ aklında olup bitenleri koydu/ ne yapmak istiyordu hayatta/ işte onu koydu/ kimi seviyordu, kimi sevmiyordu/ adam masaya onları da koydu/ üç kere üç dokuz ederdi/ adam koydu masaya dokuzu/ pencere yanındaydı, gökyüzü yanında/ uzandı masaya sonsuzu koydu/ bir bira içmek istiyordu kaç gündür/ masaya biranın dökülüşünü koydu/ uykusunu koydu, uyanıklığını koydu/ tokluğunu, açlığını koydu. // Masa da masaymış ha/ bana mısın demedi bu kadar yüke/ bir iki sallandı, durdu/ adam ha babam koyuyordu.”
‘EVET, KİMSESİZDİK AMA UMUDUMUZ VARDI’
“Ne böyle sevdalar gördüm ne böyle ayrılıklar” diyen İlhan Berk ise, şöyle sesleniyor sevgilisine:
“Ne zaman seni düşünsem/ bir ceylan su içmeye iner/ çayırları büyürken görürüm. // Her akşam seninle/ yeşil bir zeytin tanesi/ bir parça mavi deniz/ alır beni. // Seni düşündükçe/ gül dikiyorum elimin değdiği yere/ atlara su veriyorum/ daha bir seviyorum dağları.”
“Şimdi bir güvercinin uçuşunu bölüşüyoruz/ gökyüzünün o meşhur maviliğinde” diyen Cemal Süreya, “Uzun saçlı, iri memeli kadınlarıyla/ bir Akdeniz şehri çıkabilir içinden/ alıp yaracak olsak yüreğini/ şimdi bir güvercinin” diyor.
“Bir bulut geçiyor” gökyüzünden o vakit, “bir minarenin keyfine diyecek yok”, “bir adam boyuna yoksulluk ediyor”; sigarasını “denize atıyor” Süreya, “sabaha kadar yanıyor”.
Turgut Uyar da, “Evet, kimsesizdik ama umudumuz vardı/ üç ev görsek bir şehir sanıyorduk/ üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza/ caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları/ kadınların kocalarını aramasını seviyorduk/ sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz” dizelerini bırakıyor akşama, geceye, sabaha karşıya.
‘BAŞIM KÖPÜK KÖPÜK BULUT; İÇİM DIŞIM DENİZ’
Hüzünlerle, aşklarla, yaşanmışlıklarla hayatımız devam ediyor. Sevgililer buluşuyor, sevgililer ayrılıyor. Nâzım Hikmet, Gülhane Parkı’nda sevgilisini beklerken, şu dizelerin izini düşürüyor; “başı köpük köpük bulut”, “içi dışı deniz”:
“Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda/ budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz/ ne sen bunun farkındasın ne polis farkında.”
“Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl/ yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril/ koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil/ yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var/ yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a/ yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım/ yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u/ yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.”