EDEBİYAT 

İKİ KADIN, İKİ ADAM, BİR DE MATRUŞKA’NIN HİKÂYESİ / ‘BAŞKALARININ TANRISI’

Şiirlerle şarkılarla / kendini avutacaksın / ya dışındasındır çemberin / ya da içinde yer alacaksın.

Okur olarak hepimizin hayatında bir yazarla tanışmanın, bir yazarın dünyasına dâhil olmanın hikâyesi vardır mutlaka. Mine Söğüt de benim için hikâyesi olan yazarlardan. 2018 yılında Yapı Kredi Yayınları’nın Instagram üzerinden yaptığı çekilişle ‘Beş Sevim Apartmanı’ romanını kazanmamla başladı Mine Söğüt okuru olmam. Sonrasında diğer kitaplarını ve köşe yazılarını okuyarak, katıldığı programları ve söyleşileri takip ederek bugüne kadar devam eden bir süreç oldu. 2021 yılının Ekim ayında Mersin Sokak Kitap’ta Mine Söğüt tarafından gerçekleştirilen, insan-ahlak-adalet-medya ilişkilerinin tartışıldığı ‘Ahlak Belanızı Versin’ adlı atölye çalışması, adı geçen kavramlar üzerinden farklı düşünme biçimleri geliştirmeme ve sorgulamama yardımcı oldu. 2022 yılının Nisan ayında Mine Söğüt, yeni romanı ‘Başkalarının Tanrısı’ ile okurlarıyla buluştu. ‘Başkalarının Tanrısı’; yazarın ‘Gergedan / Büyük Küfür Kitabı’ (öykü) ve ‘Alayına İsyan’ (deneme) kitaplarından sonra çıkardığı roman türündeki eseri. Söğüt, yeni romanını kitap tanıtım gecesinde şu sözleriyle anlatıyor:

‘Başkalarının Tanrısı’, biraz çağımızın insanının sıkıştığı, kendi benliğinden, kendi varlığından mutluluk duymadığı, içine sığamadığı bir hayata kendini mahkûm hissettiği bir dünyayı anlatıyor. Bu dünyadan ayrılan, kendi isteğiyle düzenden, sistemden, aileden vazgeçen ve sokaklarda yaşamaya başlayan Şair Musa’nın hikâyesi ve onun arkadaşı olan sokak insanlarının hikâyesi. Bir yandan hepimizin hikâyesi.” (https://www.youtube.com/watch?v=1e_fFpLPC18)

Fotoğraf, 2021 yılının Ekim ayında Mersin’de gerçekleştirilen ‘Ahlak Belanızı Versin’ adlı atölye çalışmasına ait…

Mine Söğüt yazını belirli meseleler etrafında şekilleniyor. Bu meseleler yazarın eserlerinde farklı boyutlarda karşımıza çıkıyor. Yazarın tartıştığı meseleler olay örgüsünü ve kahramanları şekillendiren, iletiyi yansıtan temel öge olarak okura sunuluyor. ‘Başkalarının Tanrısı’, imgesel kavramlarla örülü, düşün(dür)meye açık, kısa ama yoğun anlatıma sahip bir roman. Söğüt, bu romanında sistemi, düzeni, standart hayat koşullarını terk eden Şair Musa üzerinden, Musa’nın dilinden, sokağa kulak vererek, sokak insanının sesini, sorgulamalarını satırlarına taşıyor. “Her zaman, bütün yazdığım metinlerde olduğu gibi bundan önceki romanlarda, hikâyelerde hep söylediğim şey sadece benim değil, senin de hepimizin yaşadığı hayattan, sokaktan geliyor benim kahramanlarım ve meselelerim.

HİKÂYESİ SOKAKTA ANLAM BULAN KAHRAMANLAR: ŞAİR MUSA, EFSUN ABLA, ADNAN ABİ, HÜLYA VE MATRUŞKA…

Şair Musa, varlık ile hiçlik arasında sıkışmış, düzene karşı gelerek kendi iradesi ile sokak yaşamını tercih eden bir isim. Musa, vazgeçtiği “normal” yaşamını “…köklerini kendi kendine sökmüş, kendi iradesiyle toprağından kopmuş bir ağaca” (s.26) benzetiyor. Musa, varoluş mücadelesinde her zaman “ölüm”ü tercih etmek istese de yeni yaşamında “yaşama arzusu” baskın geliyor. Roman, Musa’nın sayıklamaları üzerine kurulu. Musa da biz gibi, onlar gibi, diğer herkes gibi “kimliği” olan, yaşama karşı aidiyeti olan bir isim. Bir sabah ait olduğu dünyadan kendi arzusuyla vazgeçerek, yeni bir yaşam alanında –sokakta– yaşama tutunmaya çalışır. Musa, tutunmaya çalıştığı yeni hayatını “acemi şiir”e benzetse de yeni yaşamı onun için “özgürlük” alanıdır. Hayata dair anlam arayışı içinde, bir bulunmanın, bulunamamanın, kimlik sorgulamasının içinde olan Musa, kayıp kişiliğini şu sözleriyle yansıtıyor:

Kimim ben? ‘Benden başka herkes.’ Bu soruya her seferinde başka bir cevap buluyorum. Ama buluyorum, asla cevapsız kalmıyor soru. Bir sürü şeyim ben. Bazen ‘isim’im, bazen şehir. Bazen hayvan, bazen eşya. İsmimin baş harfleri hep başka başka.” (s.18)

– Mine Söğüt –

Efsun Abla, tekerlekli sandalyede mendil satarak, dilenerek yaşama tutunmaya çalışan bir isim. Efsun Abla’nın sokağa düşen hikâyesi, “uçlarım” dediği bacaklarını “genç sevgilisinin –Devran’ın– onu erkeklere satmasın diye” kesmesiyle başlar. Romanda Efsun Abla’nın Kırların Hatçe, Ölü Komiser, Köpek Ahmet ve Devran gibi geçmişinden gelen isimlerle yaşanmış hikâyelerine tanık oluyoruz. Efsun Abla her ne kadar geçmişinden gelen hikâyelerin ağırlığını taşısa da tek arzusu hayatta kalmak. O, hayatta kalma arzusunu annesinden öğrendiği tek şey olarak ifade ediyor.

Yaşamı sokakta anlam bulan, kendine ait hikâyesi olan bir diğer isim de Adnan Abi. Adnan Abi romanda kayıp hafızanın simgesi olarak yer alıyor.

Adımı unuttum/ adı olmayan yerlerde/ geçip gidenlere bakarak…” (Asaf Hâlet Çelebi)

Musa, Adnan Abi’yi varlık-yokluk ikileminde şu sözleriyle tanıtıyor: “O kim olduğunu bilmiyor. Unutmuş. Adını unutmuş. Ailesi var mı, unutmuş. Ne iş yapar, unutmuş. Yıllar önce bir gün deniz kıyısında tahta bir bankta uyanmış. Kış ayazında çıplak. Kıyıdaki bir balıkçı üzerindeki ceketi çıkarıp vermese orada öleyazacakmış. Kahveye getirmiş balıkçı bunu. Kahvedekiler sobanın yanına oturtmuşlar, ‘Kimsin? Nesin?’ diye sormuşlar. ‘Bilmem,’ demiş, ‘kimim sahi? Neyim?’” (s.17) Adnan Abi’nin geçmişinden gelen ve hafızasında yer alan tek hikâyesinde, adalet kavramı ekseninde ahlaki vicdan hesaplaşması yer alıyor. Adnan Abi’nin adalet-ahlak sorgulaması, Söğüt’ün ‘Ahlak Belanızı Versin’ atölye çalışmalarında değindiği konular üzerinden değerlendirmeye açık bir mesele olarak romanda da tartışılan bir durum.

Roman boyunca hakkında en az bilgi sahibi olduğumuz isim Hülya. Diğer tüm isimler gibi Hülya’nın da bir geçmişi, bir hikâyesi var. Anlatıcı, Hülya’yı şu sözleriyle tanıtıyor okura: “Hülya. Kahvenin üzerindeki apartmanın çatı katında yaşıyor. Uyuşturucu alabilmek için önüne gelenle yatıyor. Gencecik, cılız bir şey. Kafasını yerden kaldırmadan yürüyor. Selamları fısıltıyla verip alıyor. Geceleri eve başka adamlarla girip çıkıyor. Bazen kahveye gelip bir çay söylüyor, elinde bir cigara, masada sızıp kalıyor.” (s.38)

Musa ve Efsun Abla’nın çöpte buldukları bebeğe kimlik kazandırıyor Hülya. Kimlik; varoluşun, aidiyetin, bu dünyada var olmanın belgesi. Hülya bir arayışın peşinde. O arayış bir kaçış… Kendinden kaçış, şehirden kaçış, ait olduğu dünyadan kaçış… Ölümü arayış… O kendisini sevmeyen, kendisinden kaçan, kendisine tahammülü olmayan bir kadın.

Matruşka… Musa ile Efsun Abla tarafından surlardaki çöplükte bulunan kız bebek. Bebeğe ‘Matruşka’ ismini Efsun Abla veriyor. Kimliksiz bir bebek. Aidiyetsiz… Kendisini dünyaya getiren anne-babası vardır muhakkak ama hiç kimsesi yok. “Matruşka, kara kuru bir bebek. Ne güzel, ne de sevimli. Ölümle kalım arasında sıkışmış, yaşayıp yaşamayacağı belirsiz zavallı bir can.” (s.39)

Romanda Musa’nın, Efsun Abla’nın, Adnan Abi’nin ve Hülya’nın Matruşka’ya karşı sorumlulukları var. Onların tek amacı çocuğu korumak olsa da yaşamın gerçekleriyle çocuğu yüzleştirmek, onu küçük yaşta hayatla tanıştırma mücadeleleri de var. Matruşka, onlar arasındaki “biz” bağını güçlendiren, onların kirli dünyasına ışık tutan bir bebek. “Biz kocaman ve mükemmel bir aileyiz. Kan bağı olmayan, evi olmayan, geçmişi ve geleceği olmayan, sadece şu anda, burada yaşayan ve bir bebeği büyütmekle yükümlü olan.” (s.89)

Hikâyesi sokakta anlam bulan Musa, Efsun Abla, Adnan Abi, Hülya ve Matruşka “bir şekilde yaşamaya çalışan”, yaşama sokakta tutunmaya çalışan insanlar. Adnan Abi sokağa düşen yaşamlarını “Hiçbirimiz bilmiyoruz. Kimiz biz? Neden buradayız? Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Hiçbirimiz bilmiyoruz?” (s.17) sözleriyle sorguluyor. Her birinin geçmişi, kendilerine ait gerçekliği ve bir hikâyesi var. Her biri kendi hikâyesinin kahramanı. Birbirlerini sorgulamadan, birbirlerine inanarak, bir arada kalmaya çalışan, birbirlerine tutunan ve “biz” olgusunu gerçekleştiren insanların hikâyesini anlatıyor ‘Başkalarının Tanrısı’. Bu insanların yaşamı ortak bir alanda birleşiyor. Onları birbirine bağlayan bu yaşam alanı: sokak. Sokak, herkesi kucaklayan, kimseye ait olmayan bir yer. “Dışarıda başımıza gelenlerden ve içeride başımıza gelmeyenlerden müteşekkil güvenli varsaydığımız bir hayatı paylaşıyoruz.” (s.13) Romanda mekânların kahramanlar için önemi bütünüyle yansıtılıyor. Mülkiyet kavramı, ait olma hissi imgesel anlatımla, hayaller ve hakikatler üzerine kurulu yapısıyla karşımıza çıkıyor. Şehir, sokak, park, köprü ve sur gibi açık mekânlar “sığınma”yı; kahve, ev gibi kapalı mekânlar da “çatı” altına sığınmayı yansıtıyor.

Evden çıktığımızda, iş yerine, okula giderken, her yeni günde hayata yeniden başlarken, yaşam denen o çarkın içerisine dâhil olduğumuzda baktığımız ama görmediğimiz, üzerine düşünmediğimiz “biz”lerin varlığını Musa, “…bizim gibi insanların ve bizlere bakan ve bizlerin yanından geçip giden ve bizlere karşı acımayla öfke arası duygular besleyen başkalarının varlığının ebediliği bir bulut gibi tepemizde.” (s.10) sözleriyle dile getirirken yine o insanlar karşısındaki durumlarını da “Hepimiz kayıbız, dışlanmışız, istenmeyeniz, görünmeyeniz, umursanmayanız. Yanımızdan geçip giden insanlar için bazen vicdan azabı, bazen mide bulantısıyız.” (s.66) sözleriyle ifade ediyor. Bu cümleler, romanın adından itibaren içeriğinde de görülen “biz–öteki” ayrımını, “ötekileştirme”nin varlığını ortaya çıkarıyor. Romanda Musa, “ben–onlar” ve “biz–ötekiler” ekseninde hayatı anlamlandırmaya çalışıyor. “Bizim bakacak bir saatimiz, gidecek bir işimiz, faturalarını ödemekle yükümlü olduğumuz bir evimiz, başlarına bir şey gelmesinden korktuğumuz bir ailemiz, inandığımız bir tanrımız…yok mu gerçekten?” (s.10) sözleriyle bir sorgulamanın içine giriyor Musa. Peki, ya onlar, standart hayatı yaşayanlar ne durumda? Roman kahramanlarının içinde yer aldıkları “farklı dünya”daki durumları, kendileri açısından görünür kılınma arzusunu doğuruyor. Bu konudaki düşünceler bir zamanlar “standart hayat” yaşayan Musa’nın bakış açısıyla aktarılıyor:

Görmek nedir diye düşünüyoruz uzun uzun. Bir yere varamıyoruz. Görmüyorlar işte bizi. Hepsi bu kadar. Görmüyorlar. Varız ama yokuz. Yüzleşmenin ilk enstrümanı görmek. Yüzleşmek için görmemiz lazım. Görmemiz için bakmamız. Ben de onlar gibi yıllarca sokak insanlarının yanından geçip gittim. Şu anda o bakmadıklarımdan, görmediklerimden biriyim. Ve bunca insan bize nasıl bakmaz, bizi nasıl görmez diye düşünmekteyim.” (s.91-92)

Romanın sorgulamalar üzerine kurulu bir yapısı var. Bu sorgulamalar, geleneksel düzen, iktidar, tanrı, ahlak ve ötekileştirme gibi kavramlar ekseninde yapılıyor. Gözümüzün önünde akıp giden, hızına, akışına yetişemediğimiz bir hayat var. Görmeye alışık olduğumuz, sorgulamadığımız, düşünmediğimiz, belki de bakarken görmekten kaçındığımız bir hayat… Onlara göre hayat, “hep birlikte gördüğümüz ve hep birlikte dirilip dirilip öldüğümüz tuhaf bir rüya.” (s.132) Romanda, bize ait olduğunu sandığımız hayatın sorgulaması yapılıyor. Bu hayat bize ait değil, bize dayatılmış şeyler bütünü. Bu konudaki en sert sorgulama “hafızanın saltanatını yıkıp unutmanın tahtının kuran” Adnan Abi tarafından yapılıyor:

Ne doğumumuz ne ölümümüz ne de doğumla ölüm arasında can çekişerek sürdürdüğümüz hayatlar bize ait. Başkalarının isteklerinden doğuyor, başkalarının istediği gibi yaşıyor ve başkaları yüzünden ölüyoruz. Bizim sandığımız hayat bizim değil, bizim sandığımız beden bizim değil.” (s.126)

Roman kahramanları varoluş sancısını, varoluş karşısındaki hiçlik durumlarını kendi aralarında, kendi dilleriyle tartışıyorlar. Şehir, iktidar, düzen ve sistem üzerine, aidiyet ve kutsiyet üzerine en çarpıcı tespiti yine Adnan Abi yapıyor:

Sistem içine içine devamlı çöküyor. Yeryüzünde gördüğümüz her şeyin temelinde bir enkaz. Tüm medeniyetler kendilerinden önce yıkılmış başka medeniyetlerin üzerine kurulu. Geçmişin kaderi gelecekte mütemadiyen tekrarlanıyor. İnsanlar baştan beri yeni şehirlerini hep yıkılmış eski şehirlerin üzerine kuruyor. O yüzden en modern yapının bile hücrelerinde yıkılmış eski bir yapının izi var. Yara gibi. İnsan, o yaraların ıslaklığında yaşayan parazittir. Hayal kırıklıklarıyla geleceğe dair umutlarının birbirine göbekten bağlı olmasını umursamadan, yenenle yenilenin aynı şey olduğunu kale almadan, çökmüş hayatların üzerine çöke çöke kurduğu yeni hayatları kutsamak için uydurduğu metinlere tapa tapa geldiği şu medeniyet noktasında, tarihin asalağı olarak var olmaktan başka seçeneği yoktur.” (s.47)

‘Başkalarının Tanrısı’, adından itibaren içerisinde kutsallık algısının çokça tartışıldığı bir roman. “Başka” olan kim, “başkalarına ait olan tanrı” kim / kime ait? Romandaki kahramanların kendilerine göre bir tanrı algısı bulunmakta. Musa’nın dile getirdiği “…inandığımız bir tanrımız… Yok mu gerçekten?” (s.10) sorgulaması, Efsun Abla’nın “Tanrı kimse kim. Sana ne? Bana ne? Bir hayrı mı var bize?” (s.18) sözleriyle karşılık buluyor. Adnan Abi’nin çöpte bulduğu kutsal kitap ile bu sorgulama daha da derinleşiyor. Bu konudaki dikkat çekici nokta ise kutsallık sorgulamalarının ve ahlaki yargıların Tevrat ve On Emir üzerinden gerçekleştirilmesi.

‘Kutsal kitabı çöpe atmışlar.’ Efsun, Adnan Abi’nin elindeki kitabı çekip alıyor, şöyle bir içine bakıp ‘Bizim kutsal kitabımız değil bu,’ diyor. ‘Bizim kutsal bir kitabımız mı var, Efsun Abla? Senin bir tanrın mı var?’ ‘Benim tanrım falan yok. Ama başkalarının var. Kendi günahlarını temizlemek için bize para verenlerin tanrısı bizim de tanrımız sayılır.’” (s.127)

Romandaki temel meselelerden biri de “şehir”. Roman, “Sabahın erken saatlerinden beri şehrin üzerini kaplayan yoğun sis yeni dağılmış.” (s.9) cümlesiyle başlıyor. “Yerleşim alanı” anlamına gelen “şehir / kent” sözcüğü hepimizin hayatında önemli bir yer tutmakta. Şehir, yerleşim alanı, yaşam alanı. Hayatımızı sürdürdüğümüz, kendimizi bulduğumuz, kendimizi kaybettiğimiz bir alan. Tutunmaya çalıştığımız, tutunamadığımız, kendine ait bir düzeni olan, aynı zamanda endişe verici düzensizliği içerisinde barındıran bir alan. Yazar, romanda şehre ait pek çok noktaya dikkat çekiyor. Şehir: İstanbul.Şehre ait olmak” ve “şehirden kaçmak” imgeleri sıklıkla tartışılan mesele olarak kendini gösteriyor. Şehirlerin kuruluşu ve şehir-insan ilişkisi Efsun Abla tarafından şu sözlerle ifade ediliyor:

Şu üzerine sırtüstü uzandığımız koca koca taşlar ya,” diyor Efsun Abla, “hep köleler taşımış bunları buraya. Bütün eski şehirlerin surlarını köleler yapmış. Sırtlarında kırbaç izleri, ayak tabanlarında, ellerinde yaralar. At gibi vururlarmış sakatlanan köleleri. Kölelerin kalbi inşa ettikleri şehre hep derin bir nefretle dolarmış. O yüzden bu dünyada mutlu şehir yoktur, Musa.” (s.35)

Şehre ait imgeler sadece “kaçış” ya da “ait olma” üzerinden verilmiyor. Modern dünyanın “gerekliliği” olarak yapılan onarım işlemleri ve şehrin dokusunun bozulması da yazar tarafından iletiye dönüştürülüyor:

Bir zamanlar şehrin tüm dışlanmışlarını kuytularında saklayabilecek kadar müşfik olan o eski, o muhteşem duvar yıkıntıları. Hepsini onardılar. Tüm gediklerine demirden parmaklıklar yaptılar. Asırlarca suçluları, sakatları, delileri, kayıpları, kimsesizleri, ayyaşları, kaybolmuşları kuytularında saklayan ve tüm o yıkık ve görkemli haliyle koca şehrin ortasında şehirden saklanan surlar medeniyet tarafından ele geçirildiler. Onarıldılar, düzeltildiler, temizlendiler, süslendiler, yani yok edildiler.” (s.70)

Romanda varlığını gösteren konulardan biri de “aşk”. Aşk, Mine Söğüt yazınında çok yer almayan konulardan biri olsa da bu romanda farklı boyutlarda işlenen bir konu. Efsun Abla’nın yaşamında Devran’a olan aşkı onun yaşamını etkileyen şekilde işleniyor. Musa’nın Efsun Abla’ya ve Hülya’ya karşı duygularını yansıtırken yine aşkı görüyoruz. Aşk, Musa’ya heyecan veren bir duygu. “Her gece ‘İyi ki ölümlüyüz, lan!’ diye kadeh kaldıran Efsun Abla’dan öğrendiğim aşkla; devamlı, ‘Bu çocuğu koruyamayacağız,’ diye söylenen Hülya’dan öğrendiğim aşk nasıl oluyor da aynı heyecanı veriyor?” (s.124) Yazar, kitapta işlenen aşk üzerine yöneltilen bir soruda düşüncelerini şu şekilde ifade ediyor: “İlk kez aşka dair bir şey yazdım. (…) Çok kirli, çok farklı, çok alternatif, çok değişik bir dünyanın aşkından ve değişik bir aşktan bahsettim. Mülkiyetin olmadığı bir aşk bu kitaptaki aşk. (…) O yüzden kavgalı değil, o yüzden cinayi değil, çok bireysel ve çok gerçek bir aşk ve cinsellik hikâyesi var.” (https://www.youtube.com/watch?v=RDhK-YjiXaY)

* * * * *

Hangimiz gerçekten kim olduğunun peşine düşüyor? Kendi seçtiğimiz hayatı mı yaşıyoruz, yoksa bize sunulan ya da dayatılan bir hayatı mı? Peki, ya işleyen sistem içindeki rolümüz? Görmezden geldiğimiz, görmemek için çabaladığımız, yok saydığımız, ötekileştirdiğimiz hayatların hikâyesi yer alıyor sokaklarda. Her biri farklı hayatlardan sokağa düşen insanlar… Neden sokaktalar, nereden geldiler, sokakta neler yaşıyorlar? “Görmek için önce bir o meseleyle ilgili bir derdimiz olması gerekiyor” diyen Mine Söğüt, ele aldığı meseleleri rahatsız edici şekilde sunuyor okura. Bu rahatsız edicilik sorgulamaya, düşündürmeye, gerçekleri acı ama sert bir şekilde yüzümüze çarpmaya dayanıyor. ‘Başkalarının Tanrısı’, derdi bitmeyen ve bitmeyen dertleri mesele ederek tartışan bir roman…

Tutunabilir mi sence tanrıya? Geçebilir mi bu acı? Kırabilir mi kahrı zinciri? Kalbim, kalbim…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar