EDEBİYAT 

SÖZÜN GİZİL ANLAMI ÜZERİNE

Ses ve söz; insanın, toplumların varlığını semantik açıdan ortaya koymaya yarayan kelimelerden güç alır. Peki, kelimeler bazı anlamlara gelir mi? ‘Tehlikeli Oyunlar’da Hikmet’in de üstüne düşündüğü bu mesele felsefi ve edebi boyutlarıyla üstünde konuşulmakla bitirilemeyen meselelerdendir. Sema Kaygusuz’un ‘Barbarın Kahkahası’nda kelimeler bağlamında çocukların toplumsallaşmasına dair yazdıkları düşündürücüdür: “Onun âleminde kelimeler henüz birer isim değil, kâinatın betimidir. Aradığı şeyleri bulamayınca şeylere isim verir. (…) Gelgelelim biz yetişkinler o evlat tanrıyı alır, evvela beslemeye dönüştürür, müteakiben tenezzülü öğretiriz. Lisanın titreşimlerini, harflerin ritmini tekrarlaya tekrarlaya bir ruh lügatini yeni bir ruha zerk ederiz. Bazımız ‘ka-ke, kı-ki, ko-kö’, bazımız ‘lal leyli lambır leyli’ dedirte dedirte çocuğa, onu bir halkın parçası, ümmetin zerresi, devletin vatandaşı yapar, herkesler gibi cümle kurmayı belletiriz.(*)

Dil, kelimeler üzerine kurulmuş bir sistem olmaktan ibaret değildir; kelimeler kullanıldığı yere ve metne göre farklı derinlikler kazanır. Gösterenin, yani harflerin kodlanış sırası zihnimizde gösterileni ve göstergeyi belirler. Farklı anlam ilişkilerinin oluşmaya başlaması bir kültürün etki alanında, toplumsallaşmayla mümkün olurken söz konusu kültüre maruz kalmak ise düşünme biçimimizi belirler. Cemil Meriç’in alfabe değişimini “vandalizm” olarak yorumlaması da bu ‘düşünme biçiminin etkilenmesi’ endişesini taşımış mıdır? Nurdan Gürbilek (**), bu endişenin varlığını ortaya koyar. Meriç’e göre Avrupai olanın, Batılı olanın etkisi altına girmek haysiyetini yitirmek demektir. Tanzimat’la başlattığı bu süreçte haysiyetini yitirmiş bir topluma nasıl dönüştüğümüzü adeta öfke kusarak anlatır. Fakat Nurdan Gürbilek’in de altını çizdiği bir detay olan üslubu kadını aşağılayan, erkeksi bir söyleme sahiptir. Kelimelerin derinliğini yitirdiğini, inceliğini kaybettiğini savunan ve harf değişimine karşı çıkan Meriç’in benzer hassasiyeti kendi üslubunu ortaya koyarken göstermiyor oluşunun tek çelişkisi olmadığını ise Nurdan Gürbilek birçok noktada açığa çıkarmıştır. Bunun Cemil Meriç’i etkisi altına alan kültürün ve dilin Meriç’in düşünme biçimini nasıl etkisi altına aldığı şeklinde yorumlamak da mümkün. Batılı düşünme biçiminin hâkimiyet alanını genişletmesi nedeniyle harf devrimine karşı duran Cemil Meriç’in etkisi altında olduğu kültürün derinliğini ve düşünme biçimini zihninde kadına dair oluşturulan kodlarla açıklıyor oluşu tam da karşı çıktığı noktadan yorumlanmasına olanak sağlamaktadır.

* * *

Peki, sesini yitirmiş bir kent neye benzer? İnsanın kimliği olan ses kentlerin de kimliğidir. Nerede olduğumuzu fısıldar durur bize. “Gürültü, uğultu, kaset satıcılarının tezgâhlarından yükselen Kürtçe, Arapça, biraz da Türkçe şarkılar, uzun havalar, korna sesleri, çocuk bağırışları, küfürler, inşaatlardan gelen yanık türküler, ezan sesleri, çarşı yolunun sonundaki askeri garnizondan yansıyan Onuncu Yıl Marşı, hoparlörlerle yansıtılan kasetlere doldurulmuş hamasi nutuklar, vatan-millet-bayrak temalı manzumeler, arada bir yükselen ‘Tek ülke, tek dil, tek bayrak’ sloganı, ardından, ‘Sana yan bakan kuşun yuvasını bozacağım…’ Şehir, gündüzleri her şehir gibi uğultulu, gürültülü; ama kendi sesi yok. Sesi kaybolmuş. Gürültülerin, uğultuların arasında bastırılmış, boğulmuş. Duyulan sesler başkalarının sesleri. Şehir, kendi içine kapanıp kendi sesini boğuyor. Hele de, dağlara erken tutsak düşen ışığın çekilip gecenin birden bastırmasıyla boşalıveren karanlık sokaklarda, artık sadece başıboş köpeklerin havlamaları, tek tük insanların adımları, bir de zaman zaman, sadece geceye değil, şehre değil, yüreklere de hançer gibi saplanan silah sesleri, siren sesleri duyuluyor. Hiçbiri bu şehrin kendi sesi değil.(***) Oya Baydar’ın ‘Kayıp Söz’ romanından bu satırlar. Kürtçe bir feryadın kapı araladığı yolculukla bir yazarın, Ömer’in, geçmişine çıktığı yolculuğu, yazarlıkta kendine dair arayışlarını okuruz. Ömer’in gittiği bölgeye dair tanıklıkları, yola çıkmasına neden olan acıyla, Zelal’in vurulmasıyla başlar. Romanı okudukça anlarız ki Ömer’i uzak kentlere iten bu ses, sadece büyük bir ağıtın yankısıdır.

Romanın kurgusunda önemli bir itki olan “ses-söz-ağıt” gibi unsurlar, 2011’de vizyona giren, yönetmenliğini Özcan Alper’in yaptığı ‘Gelecek Uzun Sürer’ filminde de yer almaktadır. Film, ağıt derlemesi için Diyarbakır’a giden Sumru’nun DVD satıcısı Ahmet’in yardımıyla bölgedeki çatışmalarda hayatını kaybedenlerin yakınlarıyla yaptığı görüşmeleri kaydetmesini ve bu görüşmeler sırasında arşiv kayıtlarında karşısına çıkan bir kayıtın Sumru’yu geçmişine götürmesini anlatır. Baydar’ın romanında betimlediği sokak sahnesi, filmde Sumru’nun ses kayıt cihazı ile Diyarbakır sokaklarında yaptığı gezintilerle örtüşmektedir adeta. Filmin sonunda yer alan Khaçadur Avedisyan’a ait ezgi ise Sumru’nun yitirdiği sevgilisine ağıtı gibidir.

* * *

Söz, şiirdir biraz da. İnsanın ve ötesinin gizini açığa çıkaran kapıyı aralar. Bilinmez bir andan bilinmez bir mekâna yolculuğunu ve cümle şahitleri esir eden fısıltıyı kulaklara iliştiren efsunlu bir ezgidir. Yaşlı, yorgun, hantal ve dağınıktır. Rüzgârın hızına yetişmek kaygısı taşımaz, bu yüzden yolunu kaybetmeye mahkûmdur şiir. Yolunu kaybetmiş şiirlerden biri de Gonca Özmen’in ‘İplikten İnce’ şiiri. Şair, sesin yankısına sığınanlara ve sesini yitirenlere şemsiyesini açar.

Biz kaybettik diyor Zeyneb, biz kaybettik/ Sesinin ucunda yalanası bir köpük/ Sesinin ucunda bir diri kütüphane // Dipten – sesi // Kederden – sesi // Ayazdan – sesi // Sesimizin ucunda uzun bir yatır/ Sesimizin ucunda bir eski hayal söylencesi // Derinden – seslerimiz // Kordan – seslerimiz/ İplikten ince – seslerimiz // Sabahları içilememiş çaylar kadar telaşlı/ Nasılsa hep bir acı elma tadı, kanatlı karıncalar/ Odalarımız bir, soluklarımız, suçlarımız // Dünya bazen düşüyor gözümden.(****)

Kelimeler, ne zaman anlam kazanır? Yan yana gelince ya da sese dönüşünce? Düşünmek kitlesel bir eylem halini alınca belki… İnsandan bağımsız bir görüntüyken özgür, kodlanıp zihne hapsolduğunda sürgün, yazıya döküldüğünde mahkûm edilmekte gibidir sanki anlamına. Hele imajlar dünyasında yerini almışsa değeri bile vardır artık! İnsanın anlamsızlığını bulaştırıp yaydığı bir virüs olup çıkar kimi zaman. Mantıksal bir kod, teknik bir yöntemdir iletişimde. Ruhunu üfleyecek olan bir tanrı bekler. Bir şair bir tanrıdır bu yüzden, kelimeye hayat veren. Tanpınar’da şiirin ulvi bir tür oluşu ve tanrı kelamıyla bir tutuluşu bundandır.

NOT:

(*) Sema Kaygusuz, ‘Barbarın Kahkahası’, Metis Yayınevi, 2019.

(**) Nurdan Gürbilek, ‘Mağdurun Dili’, Metis Yayınevi, 2008.

(***) Oya Baydar, ‘Kayıp Söz’, Can Yayınları, 2021.

(****) Gonca Özmen, ‘Bile İsteye’, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2019.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar