SÜZEK KANYONU’NDA KARAHİNDİBA TOHUMLARI
-ANKARA-
“Doğa zamanla doluyken şehir hayatı saatlerle doludur.” – Jay Griffiths
Şehrin ortasına kocaman bir ünlem işareti gibi dikilen binaların yüksek duvarlarının gölgesinde eziliyoruz. Sisyphos gibi her gün bir kayayı yüklenip çıkıyoruz o taş yığınlarına. Gün sonunda o kaya geri yuvarlanıyor, ertesi gün yine yüklenip taşıyoruz binaların zirvesine. Bizim binalarımız Sisyphos’un dağı. Güneşe ulaşmaya çalışan İkarus’un kanatları gökdelenlere takılıp yere çakılıyor. Şehir bizi bir kısır döngüye sokuyor. İskoçya’da günün ilk ışığına “sabahın gagası” ya da horozun keskin ötüşünden gelen “günün çığlığı” denirmiş. Günün çığlığı ile bir gözü güneş, bir gözü ay olan şahin başlı gök tanrı Horus’un sislerle kaplı tacını takıp ayrılıyorum şehirden.
Yol Arkadaşım Dağcılık Kulübü ile yollardayız. Zonguldak’ın ilçesi Gökçebey sekiz tepeyle çevrili. Filyos ırmağının oluşturduğu vadinin kenarında sırtına dağlara yaslamış. Etrafında bir ağaç denizi dalgalanıyor. Gökçebey’in eski adı Tefen’miş. Asar Tepesi ve Gaziler köyünde bulunan kale, sütun ve mezar kalıntıları Tefen adının İslam öncesi yerleşimden kaldığını gösteriyor. Yerleşimin Osmanlı dönemi öncesi tarihine ait çok az şey biliniyormuş. Roma ve Bizans dönemlerinde Tefen’de yerleşime adını veren “Kutsal Theofani Kilisesi” varmış. Τheophaneia, “tanrının görünümü” anlamına gelmekteymiş.
Namazgâh adında bir köyün yanından geçiyoruz. Köy halkı Asya Türklerinden gelmiş. İlk yerleşim döneminde, “Âlimoğlu” adı ile bilinen bir kişinin “Körükyanı” mevkiinde sürekli namaz kıldığı için köye bu adın verildiği söyleniyor. Bir de kıbleyi işaret ettiği söylenen dikilitaş varmış. Bu köyün iki mahallesi var: Âlimler ve Zalimler. Söylenceye göre Âlimler Mahallesi’nden zalimler, Zalimler Mahallesi’ndense âlimler çıkmış.
Yolda bir vadinin rüyasını görüyorum. Bir su samuru rüyası bu… Uçsuz bucaksız bir orman, fındık korulukları, derelerin aktığı yeşil çayırlar. Hâlâ böyle kayıp vadilerin olduğunu umut ediyorum uyanınca. “Ey hüzünlü ruhum./ Kanının kanatlarında hırçın bir kıvılcım yanardı,/ umudun mahmuzu yavaşça dokunsa şaha kalkardın.” (Charles Baudelaire) Süzek Kanyonu’na doğru ilerliyoruz. Bozulmamış bir doğal yapısı var. Mesire yerini geçerek ormandan kanyonun içlerine doğru yürüyoruz. Ağaçlar zamanı saptırır. Kimi zaman yoğun kimi zaman da sakin ve dolambaçlı yollardan geçiyoruz. Ağaçların arasında kaybolmak, cennette kaybolmaya benziyor. Sanki ağaçların içinde eriyip kayboluyorum. Gizemli bir şekilde orman bana durağan görünmüyor. Oysa hareket eden benim ama onlar benim içimde hareket ediyor gibi. Koyu dallar olağan dışı kıvrılmış, yan yatmış, yukarıya ve aşağıya olabildiğince uzanmış. Bir ağacın yeşil fosforunda öylece oturuyorum. Kent yaşamının adsızlığı içinde yanlış adlandırmalarla çevrilmiş hayatı düşünüyorum.
Süzek Kanyonu, 19 kilometre uzunluğundaki Gaziler deresinin kollarından biri. Kanyon 3900 metre uzunluğunda. Buraya dökülen su Atüstü Mağarası’ndan çıkıyor ve 981 metre yükseklikteki Karahisar Tepesi’nden gelen kollarla birlikte buradaki dereyi oluşturuyor. Finalde Yağdaş deresi ve kanyonu var. Orası birinci kollardan biri. Geçen yıl Yağdaş Kanyonu’nda yürümüştüm. Kocaman beyaz kayaların üzerinde çağıldayan sular muhteşemdi. Kâh su kenarından kâh suyun içinden ilerliyoruz. Süzek Kanyonu’nda yedi tane şelale var. Bunların oluşturduğu havuzlarda serinleyeceğiz. Parkurun zorluk derecesi beşte üç. Ağustos ayı suyun az olduğu zamanlar olduğu için deredeki su diz seviyesinde. İlk şelaleye ulaşıp buz gibi sulara kendimizi bırakıyoruz. Suyun soğukluğu nefesimi kesiyor. Önce panikliyorum, sonra tüm hücrelerimin canlandığını hissediyorum. Yukarıdan dökülen su, tüm bedenimi ezip geçiyor. Diğer şelalenin havuzuna geçmek için iple tırmanıyoruz. Ardımdaki sevginin gücü ile kendimi yukarı çekiyorum.
İkinci ve üçüncü şelaleye iple iniş yapılıyor. İniş yapan bir kanyoning grubu var. Bir süre onları izleyip dördüncü şelaleye geçiyoruz. Taşlar sıcak ve canlı. Gölgem sanki görünmez bir bağla bana bağlanmış gibi. Hafif bir hışırtıyla benden hızlı koşuyor sanki. Şelalelerden düşen suyun uğultusu, ateşi yükselmiş kanın damarlardaki akışı gibi. Dördüncü şelalenin sularına da bırakıyoruz kendimizi. Kanyonun duvarlarının arasından gökyüzüne bakıyorum. Masmavi bir gökyüzü ve bizi izleyen, yanakları antik bir aşk tanrısına benzeyen beyaz bulut gülümsüyor. Kayalara tırmanıp akan suyun tepesinden iple yan geçiş yapıyoruz. Tam bir macera parkuru. Sonrasında tüm şelaleleri görüp, sularında yıkanıp değirmene ulaşıyoruz. Biraz soluklanıp dönüşe başlıyoruz. Değirmenden sonrası orman içinde yürüyüş.
Buraya kadar gelip de Herkime evlerinden söz etmeden olmaz. Otantik öneme sahip bu evler Gökçebey’e bağlı Hacımusa beldesinde. Yörede “Çantı” ismiyle biliniyorlar. Ahşap ustalarının farklı ağaç işçiliğiyle yaptığı evlerin üst katları dört kişilik odalardan oluşmuş. Yöreye özgü mimarisi var. Herkime Mahallesi bölgenin en eski yerleşim yerlerindenmiş. Koruma altına alınan yaklaşık 70 adet Herkime evi varmış. Bilge Umar‘ın ‘Türkiye’de Tarihsel Adlar’ adlı araştırma kitabında “Herkeme” olarak geçer. Herkeme; “Karkama”, yani “Doruk Yeri Halkı” anlamına geliyormuş.
Doğadaki yabani zaman, daha zengin, daha canlı. Bir şelalenin çağıltısı kadar hızlı, dökülüşü kadar da yavaş. Bu kanyonda kocaman, kısıtlanmamış bir dünya var. Tıpkı karahindiba saatlerini üfleyen çocukların, yumuşacık tüylü tohumların bulutsuz gökte süzülüşünü izlediği gibi izliyorum bu parabolü. Her tüylü tohum, kendi saatini seçen karahindibalar gibi, kendi çağrısının rotasını izliyor. O rotaların peşinde savruluyor ve doğanın narin yeşil göğsüne bırakıyorum kendimi. Yamacın doruğuna yakın bir yerde durup geriye bakıyorum. Kanyon ağaçların arasında kaybolmuş, taşlara gömülmüş, çoktan başka bir anı olmuş.