EDEBİYAT 

YARA

Sarıya çalan kaşlarının altından yumuşak bakan mavi gözleri dostçaydı. Yakışıklıydı ve sevecenlikle yüklü, güleç yüzünden çevresine iyimser hareler bulaştırıyordu. Belli, buralardandı. Sol bacağının yan tarafında, diz kapağına yakın yerden yukarıya doğru derin bir kesik izi vardı. Bir karışa yakın kısmı görünür yerindeydi ve şortunun paçasından içeriye doğru yürüyordu. Yere sol ayağının parmak uçlarıyla basabiliyordu ve canı yanıyordu belli ki; sakınıyor, sıçrayıp sağ ayağının üzerine düşüyordu tekrar. Sağ yanına abanarak ilerliyor; sıkça durması, bozulmasın diye dengesini kontrol etmesi gerekiyordu.

Havlusunu saçlarında gezdirdi, yara yerini özenle, yumuşak hareketlerle kuruladı, kumsaldaki yerine doğru yönlendi. Az ilerideki şezlongda elinde kitabıyla oturur vaziyetteki adamın yanına kadar geldi. Adam, kitabını bırakmış, okuma gözlüğünün üzerinden, karakter analizi yapan bir uzman titizliğiyle denizden çıktığı andan itibaren onu izlemişti. Vardığı sonuçları teyit etmek için olsa gerek, “Ameliyat mı?” diye sordu.

Evet” dedi, genç adam, konuyu anlamıştı; o yüzden lafı uzatmadan cevapladı.

Kaza mı?” diye ısrar etti, gözlüğünün üzerinden.

Başını salladı bakmadan, “İş kazası” dedi. “Foklif çaptı.

Fork-lift” demeye çalışırken kelime ağzında bol bulamaç bir tükürükle yıkandı, vıcık vıcık bir hal aldı. Diş etleri aşağıya düşük vaziyetteydi ve dudakları tam kapanmıyordu. Konuşma bozukluğu muhtemelen çene, ağız yapısındaki bu durumdan kaynaklanıyordu. Bu da ona çocuksu bir hava veriyordu. Handiyse ellerinle saçlarını karıştırıp sevecek gibi oluveriyordun: “Seni gidi, seni!

Başka, yabancı bir şeymiş gibi belli belirsiz bacağını göstererek açıkladı: “Buğdaki kalın kemik kığılmış. Piatin taktıla.” Platinden bahsederken, bir yabancılaşma yaşadı, soğudu, durdu. Gözlerinde beliren hafif buğulanmadan utandı, yüzünde karmaşık duygular gezindi. Adını ilk duyduğunda, bacağına vidayla tutturduklarını söylemiş doktorlar. “Robokop mu oldum?” demiş gülerek. Çok geçmeden bu kurtarıcı elemente ısınmış; onun için can dost gibi bir şey olmuş. “Olmasın mı, kendi canıma kattım.

Tedavin bitti mi?

Yok, ficik tedavi devam ediyo. Havuz, deniz tavsiye etti dokto. ‘Güneşte duğma ama’ dedi. Bakalım işte… Denizde acı olmuyo hem, iyi geliyo. Çıkınca kötü ama. Basmak zoğ geliyo; basmıyom.

Sigorta karşıladı değil mi tedavi masraflarını?

Kağşıladı!” Başıyla belli belirsiz bir onaylama ile birlikte söyledi bunu, ‘olması gereken de buydu zaten, sorun yok’ gibilerden. Bakışları ufukta dolandı; ta ilerideki bulutların arasına daldı. “Zoğ işle…” diye ekledi.

Çok geçmiş olsun; bununla kalsın!

Bi de sahip çıkanın yoksa… Düşmanımın başına gelmesin. Sağ olsun, anam olmasa… Çeken biliğ.” Duygulandı, minnetle dalgalandı yüzü, elleri…

Bu son sözü kendine ait değilmiş gibi söyledi; kalıp bir sözü alıp sarf etmiş gibi. “Çeken bilir.” Belki annesine ait bir sözdü. Duygusallaşan delikanlının son sözlerini havada bırakmamak için midir, yoksa bu samimi sohbetin bir anda kesilmesini istemediğinden midir, nedendir bilinmez; ama öylesine bir lafmış gibi söyleyiverdi adam:

Bilirim, zordur.

Kendine bir yandaş bulmuş gibi atıldı hemen: “Senin de mi yağan vağ?

Olmayan mı var?

Nasıl? Neğende?

Görünür yerimde değil.

İç organlağ mı? O daha da zoğ tabii.

Yok, yok; öyle değil. Kimi bacağında taşır yarasını, kimi karnında, kimi de koynunda. Yaralar yarıştırılır mı? Kolayı yok elbet.

Kafanda mı yoksa?

Adam şöyle bir dönüp baktı. Hemen karşılık vermedi. “İlahi çocuk, böyle dümdüz denir mi hiç?” diye içinden geçirdi; ama bu çocuksu, bu saf sohbetin içtenliğini bozmaya içi el vermedi:

Sayılır, ruhumda.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar