EDEBİYAT 

GECELER, GÜLLER VE KİTAPLAR

Her şeyde biraz eksildiğimden bir şeylere başlamaktan hep korkarım. Sevmek de öyle biraz. Sevmek işinde büyük bir gizem var. En azından benim için hâlâ var. Düşünüyorum da birbirini seven, birbirini hakikaten seven iki insan nasıl konuşur, dahası nasıl düş kurar, bir şeyleri nasıl hep bir yürek ister, bilmiyorum. Dönüp bakınca sevgi işinde görmezlikten gelinmiş olduğumu, sevmek vazifesinin bana yüklenmiş olduğunu görüyorum. Peki, ama bunca görmez olunduktan sonra hâlâ bu merak niye, birbirini seven, hakikaten seven iki insan nasıl bakar birbirine?

Hayır! Ben bunu anlatmayacaktım. Bazen bir ölüm gibi yersiz ve zamansız konuştuğum olur.

Kimi zaman insan durup dururken yahut kendisine yöneltilen bir soruyla bir şeyler hakkında düşünmeye başlar. Ben de esasen tahkir niyetiyle bana sorulan soruya cevap vermek istiyorum. Bana neden kitap okuduğum soruldu. Bunun cevabı uzun yahut kısa olabilir. Kimi insan vardır, kendini geliştirmek niyetiyle kitap okur, kimisi diksiyon problemlerini gidermek için okur, bu böyle uzayıp gider. Ben neden okuyorum diye hiç düşünmedim. Bunun cevabını daha ilkokuldayken çözmüştüm çünkü. İlkokulda okumayı sökmeden evvel kitaplarda resimler olurdu, ben de derslerde olsun, teneffüslerde olsun onlara bakıp böyle bir yaşamın mümkün olduğuna inanarak onların içine girmek isterdim. Tesadüfen zorunlu kılındığımız dünyayı daha o gün sevmemiştim. Çünkü o resimlerde kimse mutsuz değildi, kimse işsiz değildi ve kimse annem gibi boyuna ağlamıyordu. Hâlâ ilkokul çocuklarının kitaplarındaki resimlere bakıp dalmayı seviyorum ama artık şimdiki kitaplarda çocukluğumdaki gibi yalan da olsa mutlu resimler pek yok.

Okumayı söktükten sonra bir şeyi fark ettim. Okumaya başlayınca kendime bir koza ördüğümü, sözcüklerin beni dünyaya karşı kuşattığını sezdim. Okurken canı çıkası dünyayı unutuyordum. Mutsuzlukmuş, ağlamakmış, falanmış filanmış hiç aklıma gelmiyordu. Fakat okudukça bizim büyük aptallıklarımızı da kavrıyordum. Bu beni soru sormaya ve karşı çıkmaya itiyordu. Bu sebepten, çoğu kez hocalar tarafından dersten kovuluyordum. Her gittiğim okulda önce kütüphaneyi buluyordum. Her okulda da kütüphane olmuyordu. Bozkırda, okuduğum lisede kütüphane olmadığından halk kütüphanesini hemen buldum. Çok kitap çaldım oradan, daha sonra aldıklarımdan fazlasını verdim, belki biri okur diye. Kütüphaneye bakan görevli, pek kimsenin gelmeyişinden yahut kendisine verilen bilgisayarda oyun oynayıp film izlediğinden çoğu zaman geldiğimi bile görmezdi.

Hâlâ bir kütüphanede kitaplarla yalnız kalma hissini seviyorum. Bu his bana insan ihtiyacı duyurmuyor. Bu sebeple yalnızlıkla aramda pek de sorun yok. Aksine seviyorum yalnız olmayı. Dünya ile münasebeti yalnız eşya olan biri de değilim. Kaç evim olduğu, kaç param olduğu yahut bilmem neyim olduğu pek mühim değil benim için. Bunları sağlamak için de kitap okumuyorum. Az eşya, az insan ve çok kitap yeterli geliyor. Bu dünyada bir anlam, bir cevap da aramıyorum. Yok öyle bir şey. Sadece küçük bir kıza hediye ettiğim kitaba yazdığım notta dediğimi söylüyorum: “Nasıl seveceksen öyle yarat dünyayı!” Ben geceler, güller ve kitaplar için yaşıyorum. Bu da bana yetiyor.

Kötü bir niyetim yok, kimseyi de üzmek istemiyorum ama Oğuz Atay’ı ve daha pek çoklarını okumadan ölmüş olmanın yaşamışlığı neye yarar? Hem okumasız bir yaşamın bir böceğin, bir bitkinin ve eşyanın yaşamasından ayırdı nedir?

Şimdi bana sorulan soruya cevaben şunu söyleyebilirim ancak: “Ben kaçmak için okuyorum. Dünyadan, insanlarınızdan, memleketinizden ve kendimden…

Haritada Bir Nokta’ adlı öyküsünde Sait Faik, “Yazmasam deli olacaktım” der. Ben de okumasam kendime yakalanacaktım.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar