EDEBİYAT 

DİYAGONAL DİYALOGLAR – 4: VEREV

Duvar ustası gibi aşağıya doğru salman gerekir.

Ne lüzumu var bu kadar mekanik bakmanın; göz var, izan var.

– Ustanın saldığı şakul, gözün görmediği verevi gösterir.

– Tamam, duvar ördüğümüzde şakulü salarız; ama mesele insan olduğunda böyle salmalar netice vermez. Biraz idareli olmamız gerekmez mi? Bazı dengeler vardır ve bizim de o dengelere hak ettikleri ehemmiyeti vermemiz lazım gelir.

– Muhterem, sana da bazen fazla hassasiyet gösteriyormuşsun gibi gelmiyor mu?

Hassasiyet?

– He-e! İdare etmeler, dengeler, ehemmiyet vermeler… Bak, bu işler üzerinde o kadar kafa yorup oyalanmaya, zaman harcamaya gelmez. Karşındaki senin hislerini ne kadar terazinin kefesine koyuyor dersin? Ekseriyetle hemen orada karar verip harekete geçmek gerekir. Bizim burada teferruatlardan ziyade genel geçer mevzular hakkında konuşmamız icap eder.

Ben başka bir şey söylüyorum. İnsanî münasebetleri mekanik bir bakış açısıyla tahlil edemeyiz. Aç-kapa düğmesi yok ki bu mübareklerin! Bizim derdimiz üzüm yemek. Hatta mümkünse sadece üzüm yemekle yetinmeyelim, şıra yapalım, sirke yapalım, pekmez yapalım. Bunun için de muhatabımızı tavına getirmemiz gerekir. Şakulü salarak –misal– Mustafa’nın, Necati’nin tavına gelip gelmediğini nasıl ölçeriz, Allah’ını seversen? Mustafa için ölçü tutar desek bile Necati için tutmaz. Haydi diyelim ki onun için de tuttu; ama Selami bambaşka biridir, onun hassas duygularına nasıl şakul salarız?

– Muhterem, senin bu dediklerinle biz bu işin usulünü nasıl teşekkül edeceğiz, nasıl inşa edeceğiz? Biz şimdi ne yapıyoruz? Sahada iştigal edecekler için bir rehber hazırlama gayretindeyiz. Sebep? Çünkü tecrübe olarak zayıf çocuklar bunlar, zayıf! Bazıları bir kahvehaneye girdiğinde içmek için bile çay söyleyecek medenî cesarete haiz değiller; kaldı ki oradaki insanların nabzını nasıl tutacaklar? Biz diyeceğiz ki, “Bak arkadaş, içeriye girdiğinde önce şöyle kendine güvenerek, herkesi kucaklayacak bir tonlama ile selam vereceksin”.

– Tamam, şimdi aynı şeyleri konuşmaya başladık, galiba. O muhitin ve o muhitteki kahvehanede bulunanların genel vaziyetine bakaraktan ya “Selamünaleyküm!”, “Hayırlı sabahlar!” diyerek girizgâh yapacaklar ya da belki genel vaziyet çok başka olacak, “Günaydın!” demeleri icap edecek.

– “Günaydın” denecek yerdekiler bizim bu iletişimi bozukları çiğ çiğ yerler; ben baştan demiş olayım.

– Ne yani gitmesinler mi oralara?

– Muhterem, dikkat et de senin şu hassasiyetlerin hakikatleri görmene engel olmasın.

– Peki, anlaşıldı, buna dikkat edelim. “Günaydın”lık yerlere bu ekibi göndermeyelim; gitmesinler!

– “Günaydın” muhitinde yaşayanlar “realite” der; “gerçeklik” de derler. “Sırr-ı hakikat” olsa gerek, membaı. Muhterem, bana kalırsa, senin şu son 5-10 dakikada o sırr-ı hakikate ermek için yaşadıklarına o muhittekilerin diyecekleri şey aşikâr: “Aydınlanma!

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar