EDEBİYAT 

‘AMOK KOŞUCUSU’ KADİFE ÜSLUPLU YAZAR / STEFAN ZWEIG

Karakter sahibi insanlar daima itilir, dışlanır ve yalnızlığa mahkûm edilirler.[1]

Kalıcı olabilmiş, kadife üsluplu çarpıcı bir yazardı. Devasa bir gözlem gücüne sahipti; müthiş bir dille anlatırdı yazdıklarını.

Kurgusu yormayan, okunması rahat tarzıyla insan(lık)a (ve zayıflığına, zaafına dair) yazarken; okuyucusunu alıp götüren zarif, entelektüel, “telaşlı”ydı derin duyguları kaleme döken ustalığıyla…

Amok koşusu’nu andıran yaşamıyla müsemma yazar, Nazilerin kitaplarını yaktıklarındandı.

Kimileri için “20’nci yüzyılın Dostoyevski’siydi” ya da “üslubu Peyami Safa’yı andıran” veya “Marcel Proust tadında betimlemeci”; sonra da “yazım tarzı bir ölçüde Sabahattin Ali’yi anımsatan” özellikleriyle Stefan Zweig, 20’nci yüzyılın önemli hümanist yazarlarındandı. (Elbette “Stefan Zweig’ın abartılmış bir balon olması”ndan söz edenleri de unutmamalı!)

Bu kadar da değil, yapıtlarında Alman derinliği ile Fransız tahlilciliğini birleştirerek kendine özgü kılan Zweig, insan ruhunu, düşüncesini anlayan, analiz eden, insan psikolojisini çok iyi anlatıp yapıtlarında derin psikolojik detaylara yer veren bir kalemdi.

Özetle, “Herkesin bu derece birbirine benzediği bir toplumda, yalnızca anormalliğin bir değeri vardır” uyarısıyla o, harika betimlemelerin yazarıydı…

Novella (kısa roman) tabir edilen yapıtları “su gibi” okunan ya da okumayı sevdirendi…

– Stefan Zweig –

* * *

Yapıtlarındaki satırlarla kendisini şöyle tanımladığını düşündüğüm Zweig’ın;

Kendini hiçbir dogmaya adamayan ve hiçbir taraftan yana olmayan özgür ve bağımsız düşünüre, yeryüzünün hiçbir yerinde vatan yoktur”…

Büyük insanlar daima itilir, dışlanır ve yalnızlığa mahkûm edilir”…

İstemeden saldırganlaşıyorum, insanların arasına karışmamalıyım, yalancılıklar beni çileden çıkartıyor”…

İnsanın vicdanı hatırladığı müddetçe hiçbir hata unutulmuş değildir”…

İnsanları yargılamaktan değil, anlamaya çalışmaktan zevk alıyorum”…

Dünyayı değiştiremiyorsan dünyanı değiştirirsin, hepsi bu”…

…satırları 28 Kasım 1881’de Viyana’da doğan onu gayet iyi tasvir eder.

En iyisi sözü Stefan Zweig’ın kendi anlatımına bırakmalı:

1881’de, büyük ve kudretli bir imparatorlukta, Habsburg Hanedanı’nın sınırları içindeki topraklarda doğdum, fakat artık haritalarda aramayın: İz bırakmadan ortalıktan kayboldu. İki bin yıllık uluslararası bir metropol olan Viyana’da büyüdüm ve şehrim bir Alman vilayeti düzeyine düşürülmeden önce, onu tıpkı bir suçlu gibi bırakıp kaçmak zorunda kaldım. Aynı zamanda milyonlarca okuru birbiri ile arkadaş haline getiren eserlerim, yazdığım dilin ülkesinde kül haline getirildi. Artık hiçbir yere ait değilim, her yerde yabancıyım ya da olsa olsa misafir; ikinci bir defa kardeş kavgası içinde intihar edercesine kendi kendini parçaladığından beri, kalpten seçtiğim asıl vatanım Avrupa’yı da kaybettim. Hiç istemememe rağmen, tarih çizgisinde görülmüş, aklın en büyük yenilgisine ve barbarlığın en vahşi galibiyetine tanık oldum – kesinlikle övünerek değil, utanarak söyleyeyim ki – hiçbir nesil böylesine büyük bir maneviyattan böylesi ahlaki çöküntüye gerilemeye bizimki kadar maruz kalmamıştır. Bıyıklarımın terlemesi ve ağarması arasında geçen yarım yüzyıllık dönemde neredeyse on kuşağa yetecek kadar radikal değişimler ve dönüşümler oldu ve her birimiz şunu hissettik: Bu kadarı fazla!

* * *

Savaşa hazırlanan bütün diktatörler, hazırlıklarını bütünüyle tamamlayıncaya kadar sürekli barıştan söz ederler” diyen Zweig, her şeyden önce ısrarlı bir antimilitaristti…

Kolay mı? “Milliyetçilik her şeyi mahvediyor. Tek bir vatanın her şeyin üstünde olması ne kötü! Vatanlarımızın aptallıklarının içine sürükleniyoruz. Dürüst ve iyi niyetli olmak neye yarar; eğer tepedeki bir avuç insan böyle olmak istemezse? Boğa kırmızı bez parçasına baktığında ne görüyorsa onlar da başka bir bayrağa baktıklarında aynısını görüyorlar. Bu vatanperverlikten sıyrılmalıyız. Vatanların canı cehenneme!” kesinliğiyle haykıranlardandı Zweig…

Bu kadar da değil!

Sadece fikir ayrılığından ibaret olmayan, dünya görüşleri, ideolojiler arasında köklü bir çatışma anlamına da gelen bu tür derin çelişkiler, uzun süre barış içinde kalamaz; diktatörlüğün gölgesinde kalmış bir düşünce özgürlüğü, kendini asla gerçekleşmiş olarak hissedemez; diktatörlük, sınırları içinde bir tek bağımsız kişi bile başını dik tutsa, varlığını sorunsuzca sürdüremez.

Bir kasın aralıksız olarak fazla gergin, fazla kasılı kalamayacağı, bir tutkunun sürekli akkor halini koruyamayacağı gibi, din diktatörlükleri de müsamahasız radikalliklerini asla devam ettiremez: Onların baskısına acılı bir şekilde katlanmak zorunda kalan, çoğu kez sadece tek bir kuşak olur.[2]

Evet, evet, Zweig; Birinci Dünya Savaşı’na “Hayır” deyip; savaş karşıtı olduğunu her alanda ifade etmişti. Toplumdan dışlanmayı göze alarak savaşa katılmayı reddedip, “Övünülecek bir görev olmadığını açıklayayım; ama böyle bir iş, Rus köylüsünün bağırsaklarını süngüyle delmekten daha uygundu bana” diyebilecek kadar…

* * *

Yalnızlık halini, bu haldeki insan psikolojisini ince ince işleyen Zweig, Nazilerin zulmüne maruz kalanlar (ve elbette her Yahudi) gibi yaşananlardan doğrudan etkilenmişlerdir.

Nazilerin insanlık için yarattığı tehlikeyi “Çok büyük bir felakete sürüklendiğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak” sözleri ile dile getiren Zweig; bilgi, birikim, entelektüel yaklaşımın ve yazarlığın ne olduğunu simgeleyenlerden, XX. yüzyılın en önemli edebiyatçı düşün insanlarından birisiydi…

Dostoyevski, insan formunun gelmiş olduğu en üst noktadır” diyen Zweig, insan(lık) psikolojisinin duayenlerinden iken; yazdığı gibi yaşayan, yazdığını yaşayan, kendisiyle satranç oynayan ve kendisini mat eden bir yazardı.

XX. yüzyılın hümanistlerinden, Freud’un yakın arkadaşı olup kitaplarında yaptığı mükemmel psikolojik tahlilleriyle bu arkadaşlığın hakkını verenlerdendi.

Bir psikanalist kadar mükemmel psikolojik analiz yapan, hikâyelerindeki kahramanlardan size istediklerini sevdiren, istediklerini nefret ettiren, bazen okuduğunuzun öznesi olduğunuzu hissettiren, karanlık hırslarınızı tüm çıplaklığıyla yüzünüze vuran, yeryüzünün somut vicdani sesiydi.

Amok Koşucusu’nda, depresif ruh halini açıkça görebileceğimiz duygusal, naif yazarımız; “Dağ keçileri ve aslanpençeleri gibi nesli tükenmeye başlayan yaratıklarla bitkilere benzedik” vurgusundaki üzere kırılgandı hep.

Kolay mı? “Dünyamızda gittikçe artan tekdüzeliğe bilinçaltımızla karşı çıkarken her türlü değişimin dışında kalmayı başarmış, bozulmamış bölümünde minnettarlık dolu yaşamaya da devam ediyoruz” diyor ve ekliyordu:

Benim gibi insanları yok edecekler, yaşamak için birazcık hava bile bırakmayacaklar. Peki, nereye kaçmalı? Dünya bize kapılarını kapatacak, bense yabancı ve düşman olarak hor görüleceğim bir devletin tutsaklığında yaşamayı istemiyorum.

Ve nihayet hümanizmin doruklarında yaşayıp; insan(lık)ın gidişatından, militarizmin yükselmesinden duyduğu yeis ile intiharı seçen Zweig; ‘Satranç’ta kendisini yansıttığı Dr. B. karakteri ile Hitler’i yansıttığı –satranç şampiyonu– Mirko Czentoviç’i karşı karşıya getirmişti. Yarattığı dünyada rövanşı aldıktan sonra hayatına son vermişti…

* * *

Belki tekrar olacak ama yapıtlarında acı çeken insanın ruh halini belki de en iyi aktaran yazarlardandı.

Örneğin ‘Satranç’, ‘Amok Koşucusu’, ‘Değişim Rüzgârı’, ‘Lyon’da Düğün’, ‘Günlükler’, ‘Fouché / Bir Politikacının Portresi’, ‘Yıldızın Parladığı Anlar’, ‘Marie Antoinette’, ‘Macellan’, ‘Kendileri ile Savaşanlar’, ‘Acımak’, ‘Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar’, ‘Üç Büyük Usta’, ‘Karışık Duygular’, ‘Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi’ vb. kurgusal açıdan zorlayıcı olmaması yanında, üstelik hacim olarak kısaydılar; ama edebiyatın gücüne olan inancını hissettirip teyit ettiren yapıtlardı…

Zweig iyi bir öykücüdür. Ancak Zweig’ın en önemli yapıtları kesinlikle biyografileridir. Maksim Gorki’den tutun da Thomas Mann’a kadar mektuplaştığı çoğu yazar dostu da onun bu biyografik yapıtlarının eşsizliğine vurgu yapar. Zira Zweig, biyografi türünü kuru bir tarihsel anlatı olmaktan çıkarmış ve yazarların psikolojisini de çözümlemeye girişmiştir.

Biyografi denince akla ilk gelen yazarlardandır. Üzerine söyleyecek söz bırakmadan anlatır. Hiç görmediği, tanımadığı dehalar hakkında nasıl da kendileriyle ahbapmış gibi analizler yaptığını, çağlardan çağlara, yıllardan yıllara kolayca akarak yol aldığına hayret edersiniz.

Evet… ‘Üç Büyük Usta’, ‘Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar’, ‘Kendileri ile Savaşanlar’ yapıtlarıyla biyografi turuyla Zweig; roman tadında biyografi yazar, bir insanın bütün derinliklerine sızdığınızı hissedersiniz. [3]

* * *

Kusursuz cümleler kurarken tek bir cümlesiyle insanın kalbine ulaşan Zweig, yarattığı karakterlerin duygularını, en ince ayrıntısına kadar okuyucuya hissettirir. Böylelikle okuyucusu karakteri benimserken; karakter ile özdeşleşip onun gibi düşünmeye başlar.

Denilebilir ki okuyucuyu yormadan, az sözle çok şey anlatan, anlattıkça bağlayan Zweig; “Bir kitap nasıl akıcı kaleme alınabilir?” sorusunun da yanıtı gibidir.

Yani müthiş tasvir yeteneğiyle, olay örgüsünü dantel gibi işleyen ama çok fazla uzatmayan edebi ustalıktır. Hermann Hesse, Thomas Mann, Max Frisch, Patrick Suskind gibi önemli yazarların çıktığı Almanya, Avusturya, İsviçre edebiyat üçgenine mensup yazarken; Rus ekolüne hayrandır. [4]

İnsanın karşısına kitaptan bir ayna koymayı başarabilmiş; kelimeleri yazan değil, akıtan bir kalemdi.

Hikâyeleri görece kısa ve vurucudur. Hikâyelerinde ve romanlarında intiharla biten sonlar çoğunluktadır. Karamsar ama etkileyici bir edebiyatçıyken sadece hikâyeleri ve çok başarılı romanı ile değil, denemeleri ile de etkileyici yapıtlar bıraktı.

* * *

Zweig aşağılanmayla, yok sayılmayla, ötekileştirilmeyle uzun süre mücadele etmesine rağmen yaşadıklarını bir türlü –her insan gibi– kabullenemez.

Ve de “Sonunda akşam oldu. Ama burada akşam ne kadar da hüzünlüydü! Karanlık çökmesinden, her şeyin silinmesinden, ışığın solmasından başka bir şey değildi![5] satırlarındaki üzere oldu her şey…

Satranç’ın finali, Zweig’in 1942 başlarındaki ruh halini yansıtır. Umutsuzluk içindeydi; Goethe, Homeros ve Shakespeare’de teselli arıyordu. Okumak için bir şeyler ararken, tesadüfen ölüm karşısında özgür olmak isteyen Montaigne’in ‘Denemeler’ine rastlar – ki Zweig da, Nazilerden kurtuluş için çare olarak ölümü görüyordu.

23 Şubat 1942 sabahı, “Rua Goncalves Dias 34, Petrópolis, Rio de Janeiro” adresindeki yatak odasının kapısı, öğleye kadar açılmadı. Bu durumdan şüphelenen hizmetçiler polise haber verdiler. Yatak odasına giren polisler sırtüstü yatan Stefan Zweig ile elini onun göğsüne koymuş olan sevgilisi Lotte’yi buldular. ‘Veronal’ adındaki ilaçtan almışlardı. Titizce düzenlenmiş masanın üstünde pulları bile yapıştırılmış olan veda mektupları duruyordu. Ayrıca “Petrópolis Valisine” hitaben yazılmış ‘Deklarasyon’ başlıklı bir mektup vardı:

Kendi isteğimle ve bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce son bir görevi yerine getirmeye kendimi mecbur hissediyorum. Bana ve çalışmalarıma böyle iyi ve konuksever şekilde kucak açan harikulade ülke Brezilya’ya içtenlikle teşekkür etmeliyim. Her geçen gün bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim. Benim lisanımın konuşulduğu dünya bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa’nın kendi kendisini yok etmesinden sonra hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu. Ama hayata 60 yasından sonra yeni baştan başlamak için özel güçlere ihtiyaç var. Benim gücüm ise uzun yıllar süren yurtsuzluğum sırasında tükendi. Böylece ruhsal çalışması her zaman en büyük sevinci ve bireysel özgürlüğü bu dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatı, zamanında ve dimdik sona erdirmek bana daha doğru görünüyor. Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım uzun gecenin ardından gelecek olan sabah kızıllığını görebilirler! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum.

Evet, kimilerine göre Zweig, “ahlaklı kaybedenler”dendi ve “İntihar edenleri intihar etmeyenler anlayamaz[6] tarzı itirazlar da ileri sürülebilir!

Ancak yine de İkinci Dünya Savaşı günlerinde Zweig’in umutsuzluğa kapılıp intihar etmesi kolay kolay affedilemez. İntiharı umutsuzluk yayıcı bir yıkımdır. Paris’te direnen bir komünist, Yahudi, antifaşizm karşıtı veya Nazi işgaline karşı direnen bir insansınız ve Zweig’in umutsuzluktan intihar ettiği haberi geliyor. Ne hissederdiniz? Nazilerin yenilmez olduğu propagandasının parçası olmaz mıydı bu haber?

Kim bilir, belki de bu, bir hümanistin açarsızlığıydı ve hal böyle olunca; olan olmuştu!

NOTLAR:

[1] Stefan Zweig.

[2] Stefan Zweig, ‘Vicdan Zorbalığa Karşı ya da Castellio Calvin’, çev: Zehra Kurttekin, Can Yay., 2014, s.217.

[3] Örneğin; “Gerçek İngiltere Elizabeth’tir, Shakespeare’dir. Bütün ondan önce gelenler yalnızca başlangıçtır ve bütün ondan sonrakiler, sonsuzluğa doğru bu özgün ve gözü pek atılımın kusurlu bir taklidinden başka bir şey değildir. Fakat gençler, duyunuz, kendiniz duyunuz, burada evrenimizin en canlı gençliğinin bir kalp gibi çarptığını. Daima her olay, her kişilik, bu alev olan, tutku olan şey içinde tanınır. Çünkü zihin kandan gelir, bütün düşünce tutkudan ve bütün tutku heyecandan gelir; işte, onun için önce, Shakespeare ve çevresindekiler, gençler, sizi hakikaten genç kılacaklardır! Önce heyecan, sonra emek isteyen bir uygulama. Önce o, üstün ve yüce Shakespeare; metinlerin incelenmesinden önce evrenin tümünün bu parlak tablosu…” (Stefan Zweig, ‘Karışık Duygular’, çev: İlknur İgan, İş Bankası Kültür Yay., 2015.) ya da “Balzac’ın kahramanları açgözlü ve haristir; güçlü olmak için sonsuz bir arzu ile yanıp tutuşurlar. Hiçbir şeyle tatmin olmazlar; doymak nedir bilmezler; her biri bir dünya fatihi, bir ihtilalci, bir anarşisttir. Dostoyevski’nin kahramanları da ateşli ve coşkundurlar; bu bayağı dünyayı olduğu gibi kabul etmek istemezler, hayatlarından memnun değildirler, hayatı küçümserler ve gerçek bir hayata ulaşmaya çalışırlar; gayeleri vatandaş veya insan olmak değildir; her birinde, bütün alçakgönüllülüğüne rağmen bir kurtarıcı olmaktan ileri gelen tehlikeli bir gururun kıvılcımı parıldamaktadır. Balzac’ın kahramanları dünyaya hükmetmek, Dostoyevski’nin kahramanları ise dünyayı aşmak isterler. Her ikisi de günlük bayağı hayatın üstüne yükselmiş ve sonsuzluğa doğru yönelmiştir. Dickens’te ise tersine, insanların hepsi alçakgönüllüdür. Bir deha olan Dickens’in içinde bulunduğu koşullardan duyduğu tatmin (erken yaşta ünlenip hayatı boyunca el üstünde tutulmuştur), sanatkâr olarak gücünü engellemiştir. Dickens, birçok defa trajedi yazmaya çalışmış, ama hiçbir zaman melodramdan öteye gidememiştir. Dickens, istediği kadar tehlikeleri birbiri ardınca sıralasın, bütün bunlar hiçbir zaman korkutmaz bizi. Dostoyevski’de birdenbire uçurumlar açılır önümüzde; bilinmeyen bu uçurumların ve karanlıkların göğsümüzü daralttığını hissettiğimiz zaman boğulur gibi oluruz; yer ayaklarımızın altından kayar gibi olur, ani bir baş dönmesine kapılırız, yakıcı ama aynı zamanda tatlı bir baş dönmesine; insan uçuruma itilmeyi, atılmayı ister, yine de böyle bir duygu karşısında içi ürperir; öyle bir duygu ki sevinçle acı birbirinden ayrılmayacak şekilde iç içe girmiştir…” (Stefan Zweig, ‘Üç Büyük Usta: Balzac-Dickens-Dostoyevski’, çev: Nafer Ermiş, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2019.) satırlarındaki üzere…

[4]Salzburg, 26 Eylül 1923, Kapuzinerberg 5… Sevgili, büyük Maksim Gorki, siz Rus yazarlarda görülen ve hayranı olduğum o üstün edebi güce bizler sahip değiliz. Biz Avrupalılar kendimize yeni bir yol bulmalı, yaşamın gerçeklerine dönmeliyiz. Sizse olağanüstünüz, başka türlü de olamazsınız. Halklarınızın ruhu bize kapalı, Avrupalı yazarlar içine giremiyor. Nasıl olmam gerektiğini biliyorum, işte, bu nedenle hiçbir zaman mutlu değilim ya… Size sonsuz hayranlık duyan Stefan Zweig.” (Stefan Zweig, ‘Dostlarla Mektuplaşmalar’, çev: Ahmet Arpad, Tekin Yayınevi, 2015.)

[5] Stefan Zweig, ‘Amok Koşucusu’, çev: İlknur Özdemir, Can Yay., 2010.

[6] Ivo Molinas, ‘İntihar Edenleri İntihar Etmeyenler Anlayamaz’, Şalom, 31 Ağustos 2012… (https://www.edebiyathaber.net/intihar-edenleri-intihar-etmeyenler-anlayamaz/)

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar