AH KÂZIM AH!
-ÇANAKKALE-
Kentin varoşlarında bir okulda okuyordu Kâzım. Aksi, tehditkâr, içe kapanık, zor anlayan, zor arkadaşlık kuran bir çocuktu. Neredeyse bütün dersleri kötüydü. Ama aileden gelen gelenek, töre ve inançlara sıkı sıkıya bağlıydı. Çevresinin muhafazakâr olması nedeniyle dindar yetişmişti. Bu sayede kentin ezici sosyal yapısına katılmak zorunda değildi, dindarlığı onun sığınağıydı, çok boyutlu düşünmesine, sosyal risklere girmesine gerek yoktu; çünkü inançları zaten buna izin vermiyordu.
Sahip olduğu çevre, ondan beklentilere uygun bir sosyal ortam sunuyordu, ne de olsa inançlar özel alandı ve herkes saygı duymak zorundaydı. İnanç ve idealleri mevcut sosyal zekâsına uygun yaşam sürmesi için yeterliydi, içe kapanık ürkek yapısına da uyuyor ve kendine güvenini sarsan durumlarla karşılaşmıyordu. Özgüvenini sarsan bir durumla karşılaştığında hemen sığınağı olan inançlarına çekiliyor, bu sayede acı çekmiyordu.
Ortaokul yılları böyle sürüp giderken kendini rahat hissettiği tarikat ve cemaat faaliyetlerine balıklama daldı.
Kâzım kendisini iyi hissetmediği modern dünyanın çağdaş insanlarına düşman gibiydi. Onlar ona göre Allah’ın emirlerine göre lanetlenmesi gereken, her türlü kötülüğün sebebiydi. Nefret ediyordu bu insanlardan, onlar Kuran’ın bahsettiği tövbe etmeyen müşrik ve münafıklardı. Allah’ın, kitabında pek çok uyarısı ve emri vardı. Kendisi Allah’ın kitabında belirttiği müminlerdendi. Kitapta onları Hak yoluna davet etmesini reddederlerse bu yolda öldürülmelerini emretmişti. Ama ortada nefret ettiği Allah’a şirk koşan çağdaş hukuk denilen bir bela vardı. Kendisini cezalandıracak yasalarla karşı karşıyaydı. Allah’ı mı dinleyecek, yoksa hukuk denilen bu belanın kendisini cezalandırmasına boyun mu eğecekti?
O sosyal sınırlarının darlığından inançlarına sığınmış bir insan değildi artık, dininin emirlerini yerine getiren birinci sınıf bir dindardı. İçindeki nefret, inançlarının gereğiydi ve normaldi. Yani, yaşasın, Kâzım artık normal bir insandı.
Bir mafya fedaisi gibi ilahının yolunda tövbe etmezlerse sonuna kadar savaşacaktı ya da öldürecekti.
Bu amaçla kurulmuş örgütler vardı ve bütün dünyayı tehdit ediyorlardı. Çok gurur duyuyordu onlarla, yıllar geçti, gitti ve onlarla görüştü.
Hayran kaldı.
Kendini artık çok daha güçlü hissediyordu. Bu örgütün liderinin elindeki güç ve azamet onun başını döndürüyordu. Zayıf karakterli Kâzım bir anda kendini tanrının elçisi gibi hissetmeye başladı. Bu örgüt içerisinde tanıştığı uluslararası liderler onu çok takdir ettiklerini söylediler. Rüya âleminde gibiydi, Allah’a hizmet etmeye hiç böylesine yaklaşmamıştı.
Artık uluslararası çevresi de olmuştu. Kendisine çok büyük destekler vermeye başladılar.
Giderek o pısırık adam Tevrat’taki Kral Saul’a benzemeye başladı. Kraliyet yoktu Kâzım’ın ülkesinde; ama neden halife olmasındı ki… Her gün o hayalle yatıp kalkıyordu.
Kendini işbirliğine davet eden güçlü insanların inayeti ve desteğiyle inanılmaz görevler üstlenmeye başladı.
Bizim Kâzım artık o eski Kâzım değildi. Çok sayıda insan ona kulluk etmeye gönüllü bir güç abidesine dönüşmüştü.
Taliban, El Kaide, İhvan artık onun dostları olmuştu. Tabii ki de onların uluslararası Hıristiyan ve Yahudi tekelleri ve onların yönetim organizasyonları da.
Kâzım’ın dudaklarından dökülen sözcüklere inanmak ve ona hizmet etmek artık ibadet sayılır hale gelmişti.
Yürüyüşüyle, konuşmasıyla, duruşu ve bakışıyla artık içinden çıktığı çevrenin gözünde bir ilahtı. Ona Hıristiyanların tıpkı İsa’ya yükledikleri tanrı imajını yüklemişlerdi.
Böylesine bir güç olamazdı, bu bir tanrı olmalıydı. Erkekler bile âşık olduklarını söylüyorlar, kadın olmadıklarına hayıflanıyorlardı.
İçinde büyüdüğü kentin kentlisi, yani medenisi onu bir zavallı görürken; varoşlusu, kendileriyle aynı kültürden gelenler bu mucizevi gücün ancak tanrı olarak niteleneceğini söylediler.
O bir idoldü! O kesinlikle bir idoldü.
Ah Kâzım ah!
Bir biz senin kıymetini anlayamadık.
Not: Anlatılanlar bir kurmacadır, gerçekle kesinlikle ilgisi yoktur.