BAĞNAZLIK VE ÇÖKÜŞ
-ANKARA-
Osmanlı Devleti’nin çöküş tarihi, 1699 Karlofça Antlaşması ile başlatılır.
Sonra 1718 Pasarofça anlatılır.
Tarih kitaplarında hep aynı düzen ve şekil vardır: Savaşlar, antlaşmalar ve kaybedilen topraklar…
Oysa çöküşün nedeni şekil değil, zihniyettir.
Osmanlı’nın çöküşü, 1440’da Gutenberg’in Almanya’da ilk hareketli matbaayı kurması ile başlamıştır. Zira aynı matbaanın Osmanlı’ya kurumsal olarak girmesi 1727’yi bulacaktır. Yani 287 yıl sonra!
Dikkat edilirse, Osmanlı Devleti’nin İstanbul’u fethettiği yıllarda, Avrupa matbaayı tecrübe etmeye başlarken, Osmanlı çağı takip edememiş ve geri kalmıştır.
II. Mahmut Dönemi, geri kalmışlığın farkına varıldığı ve artık çare aranmaya başlanan bir dönemdir. Yani bugün çok kullanılan tabirle, “Reform” dönemidir.
Ordu teşkilatında düzenlemeler, devlet yapısında değişikler, Tımar ve Enderun sistemlerinin kaldırılması bu dönemin reformlarıdır.
Bu arada, Topkapı Sarayı yerine, İstanbul’daki Batılı tip yeni saraylarda ikamete başlanması da bu döneme rast gelmektedir.
Sonra Tanzimat Fermanı ilanı…
Bu reformların hiçbiri başarılı olamazdı ve olamadı.
Çünkü kafalar bağnazdı!
Padişah II. Mahmut, Fransız Devrimi ve İnsan Hakları Bildirgesi’ni duymuş ve konunun araştırılmasını istemişti.
Konuyu araştıran(!) Reisülküttap (Dışişleri Bakanı) Atıf Efendi’nin raporu ibretliktir:
“Burada Voltaire, Rousseau adlı zındıklar ve onlardan beter ukalalar peygamberlere sövmek, büyükleri zem etmek, bütün dinleri kaldırmak, cumhuriyet ve eşitliği ima etmekten ibaret birtakım kışkırtıcı düşünceler yaymışlardır. Aslında fitne ve fesattan başka bir şey olmayan bu düşünceler, frengi hastalığı gibi halkın beyinlerine işlemiştir. Allah korkusunu kaldırıp ar ve namusu mahvetmişler. Bununla da yetinmeyip insan hakları dedikleri isyan bildirgelerini yabancı dillere de çevirterek milletleri hükümdarları aleyhine kışkırtmışlardır.” (*)
İşte, çöküşü hazırlayan bağnazlık bu seviyedeydi. Bu karanlık kafa, Sanayi Devrimi’ni de göremedi ve kalkınan ülkelere pazar olmamıza neden oldu!
Diğer tarafta, şekli değişiklikleri reform zanneden padişah, kendisine bağlı Mısır Valisine bile boyun eğmek zorunda kalmıştı. Mısır Valisini alt etmeye çalışırken, İngilizlerle 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması (Baltalimanı Antlaşması) imzalanmıştı.
Bu dönem, Nizip Savaşı’nda kendi valisine utanç verici bir yenilgiden de öte bir anlam taşımaktadır.
Artık, Osmanlı ordusunun, memleketi savunacak gücü yoktur.
Diğer tarafta 1838 Baltalimanı Antlaşması ile devletin iktisadi yapısı yok edilmiş ve borç batağına sürüklenilmiştir. Bu süreç Düyun-u Umumiye uygulaması ve Ekim 1881’deki Muharrem kararnamesi neticesinde, devletin resmi iflasıyla sonuçlanmıştır.
Daha basit bir anlatımla, devlet aslında 19’uncu yüzyılın başında çökmüştü; ancak yabancı devletlerin kendi aralarındaki güç mücadelesi ve değişen dengeler nedeniyle, Birinci Dünya Savaşı’na kadar yaşatılmıştı.
Ne ilginç bir tesadüftür ki; Atatürk doğduğu yıl, devlet borç batağı nedeniyle iflas etmiş ve maliyenin kontrolü yabancılara geçmişti. Yani dünyaya gelen her bebek borçlu doğuyordu.
O acı ve karanlık günlerin içinde yetişen Mustafa Kemal ve arkadaşları, cumhuriyeti kurduklarında, şekilden ziyade anlayışa önem vermişlerdi.
O anlayış çağdaşlıktı!
Çağdaşlık, bağnazlığın karşıtıydı.
Yönetimde çağdaşlık, ulus egemenliğine dayalı bir cumhuriyet ile şekil buldu. Yönetim şeklinin ulus-devlet olması, yönetim modelindeki çağdaşlığın bir sonucuydu.
Milli bir iktisadi yapı kurma zorunluluğu, bir yanda çağdaş ve refaha ulaşmış bir toplum yaratma ideali, diğer yanda işgalci emperyalistlere bir daha borçlanmama hassasiyetine dayanmıştı.
Siyasetten arındırılmış milli ve güçlü bir ordu kurulması, emperyalistleri caydırmak bakımından önemliydi.
Ve belki de bağnazlığa karşı en önemli tedbir, laik bir anayasal sistemin tercih edilmesiydi.
Zira emperyalist tuzaklar, din ve inanç kamuflajıyla saklanıyor, bir yanda masum halk istedikleri yöne sevk edilirken, diğer yanda güzel dinimize de zarar veriliyordu.
Atatürk Dönemi, cumhuriyetin ilk 15 yılı, Osmanlı’dan devralınan borçların taksit ödemeleri, 1929 Büyük Ekonomi Buhranı, iç isyanlar (1924 Nasturi ve 1925 Şeyh Sait ile başlayan ve 1938 Dersim isyanlarına kadar 16 ayaklanma) ve Musul meselesinde İngilizlerle savaşın eşiğine kadar gelinmesi gibi olumsuzluklara rağmen, tam bir atılım ve üretim dönemi olmuştur. Bütçe açığı vermeden ve dış borç almadan, ilk milli tank ve uçak üretilmiş ve hatta uçak ihracatı yapılmıştır.
Cumhuriyetin model uygulamaları; milli ve üretime dayalı ekonomi, ulus egemenliğine dayalı çağdaş demokratik cumhuriyet ve inanç istismarına karşı laik bir yapı olarak şekillenmiştir.
Şimdi, bugüne gelelim…
Boğaziçi Üniversitesi ile bağnazlık bağlantısı ve yorumu size kalsın.
Ancak matbaa ile başlayan tarihi farkı kapatmanın yolunun, çağdaşlık ve niteliği yüksek eğitimden geçtiği hatırda tutulmalı.
Fakat tek sorun Boğaziçi değil!
İktisat eğitimi almamış ilkokul mezunu yurttaşımız bile artık faiz, kur ve enflasyonu takip ediyor. Takip etmek zorunda kalıyor; çünkü ağır bir işsizlik, yoksulluk ve ekonomik buhran var.
Diğer yanda iktisat doktoralı uzmanlar bile yabancı sermaye duasına çıkıyor adeta.
Kimisi yabancı portföy girişine bile razı, diğerleri bir Alman firmasının Manisa’da yapacağı doğrudan yatırımın iptaline üzülüyor.
Oysa doğrudan yabancı yatırımının bizi, Çin gibi, ucuz işgücü pazarı yapacağını, ulusal kalkınmayı sağlamanın nitelikli ve teknolojik milli endüstri kolları oluşturmaktan ve yüreklice küresel rekabete açılmaktan geçtiğini tartışmıyoruz bile.
Üretimi unutmuş, para ve maliye politikaları, finansal işlemler ve borçlanma ile düze çıkacağımızı zannediyoruz.
Zira bakış açımız daralıp menzili kısalmış.
Günlük bakıyor ve günlük yaşıyoruz artık…
Ve kafalar hayli karışık.
Örneğin, 4 Şubat’ta Çorum Valisi ile birlikte mülki ve siyasi bir topluluğun İskilipli Atıf’ın mezarını ziyaret ettiklerini ve verdikleri mesajları izledik haberlerde.
Sosyal medyada da bu yönde anma mesajları vardı.
Kurtuluş Savaşı’nda İngiliz rahibi kılığındaki ajan Frew’a uşaklık etmiş, İngiliz Muhipleri Cemiyeti vasıtasıyla bu ajanla mektuplaşarak işbirliği yapmış, Kuvay-ı Milliye ve Mustafa Kemal aleyhinde çalışmış, bildiriler hazırlamış ve bu bildirileri Yunan uçakları ile Anadolu’da dağıtılmış ve sonuçta yargılanıp hakkındaki hüküm infaz edilmiş bir haini, “hoca” sıfatı ile tanıtınca, herhalde masum ve bilgisiz kitlelere ulaşmak kolay oluyor.
Fakat bağnazlık kalıcı ve orta yerde öylece duruyor, gören gözler için…
Tesadüfe bakın ki, bir gün sonrası, laikliğin anayasal hüküm haline gelmesinin (5 Şubat 1937) yıldönümüydü…
Sözün özü şudur:
Milletimiz artık tarihsel bir tercih yapmak zorundadır.
Ya kendisini geri bırakan bağnazlığa teslim olup yok olacak ya da çağdaşlığı ve emeği seçip ulusal kalkınma ve refah için alın teri dökmeye başlayacak!
(*) TANİLLİ, Server, (1978), ‘Uygarlık Tarihi’, Cumhuriyet Kitapları, 29. Baskı, s.22