MAGDA SZABO’DAN ‘IZA’NIN ŞARKISI’
-AYDIN-
“- 1’den 10’a kadar bir sayı söyle!
– 4
– Kazandım mı?
– Hayır, ben kazandım.
– 10 tane kitap var elimde, okunmamış 10 kitap. Bir türlü seçemedim hangisini okuyacağımı. Üst üste koyup sana sordum.
– 4’üncü kitap hangisi, peki?
– ‘Iza’nın Şarkısı’, Magda Szabo.”
‘Iza’nın Şarkısı’ ile tanışmam bu diyalogla başladı. Kitabı okuduktan sonra kazananın ben olduğumu kesinlikle biliyorum. Bu kitapla beni tanıştıran arkadaşıma çok teşekkür ediyorum.
‘Iza’nın Şarkısı’, Macar yazar Magda Szabo’ya ait. Hermann Hesse, Szabo için şunları söylemiş: “Magda Szabo’yu keşfettiyseniz, altın bir balık yakaladınız demektir. Yazmakta olduğu bütün kitapları alın, ileride yazacaklarını da…” Dünya edebiyatından pek çok Hermann Hesse’den böyle bir yorum almak ile ayrıcalıklandırılmıştır sanırım.
Bu kitap; anne-kız ilişkisini her ayrıntısıyla anlatan, sade ve etkileyici dili olan bir eser. Taşrada hayatını sürdüren baba Vince, anne ve kızları Iza’nın Macaristan’ın küçük bir taşrasından evlerinin kapılarını biz okuyuculara taşıyor. Shakespeare’in yüzyıllar önce bizlere seslendiği oyunlarındaki, sonelerindeki gibi “Evrensellik budur” sloganını adeta çerçeveleyip okuyuculara bir armağan olarak gönderiyor.
Baba Vince’in, ölümünden sonra, Doktor Iza, annesini Budapeşte’ye kendi evine götürüyor. Annenin ismini kitabın 150’nci sayfasına kadar bilmiyoruz. Bunun altında da, Szabo’nun, yazarın, anneyi dünyanın tüm anneleri yerine koyması geliyor bana göre. Almanya’da, Türkiye’de, Amerika’da, Hindistan’da, Çin’de ya da farklı bir ülkenin herhangi bir şehrinde yaşayan “bir anne” gibi… Dilin, kültürün, dinin, ırkın tüm sınırlarını ortadan kaldıran bir anne.
Iza, annesini çok sevmesine rağmen, birlikte yaşamaya başladıktan sonra aralarındaki kuşak çatışması gün yüzüne çıkıyor. Yazarın, “Toprak”, “Hava”, “Su”, “Ateş” olarak ayırdığı bölümlerin tümünde bu kuşak çatışması hissediliyor. Hayatın her gününde, hayatın her zamanında, hayatın her elementinde bazı şeylerin hiç değişmeyeceğini ve insanlığın son gününe kadar devam edeceğini anlatıyor bize ‘Iza’nın Şarkısı’.
150’nci sayfada adını öğreniliyor annenin: Etelka. Etelka’nın kendi içinde yaşadığı psikolojik devinimler sadece kelimeleri okurcasına değil, aynı zamanda izlercesine okuyuculara sunuluyor:
“Iza’nın çalışmak için olduğu gibi dinlenmek için de sessizliğe ihtiyacı vardı. Yaşlı kadın, radyoyu hiçbir zaman çok sevmemişti; ama altı haftalık yas dönemi bittiğinde, hâlâ yalnız ve aylaklığa mahkûm olduğundan yazgısına boyun eğmiş ve radyo dinlemeyi alışkanlık haline getirmişti. Yine de akşamları programın en ilginç olduğu saatlerde radyo dinlememek, kızını rahatsız etmemek için kendini bu eğlenceden mahrum etmek gibi bir tür acı duyuyordu. En azından bu şekilde onu memnun edebilirdi!”
Kızının evine taşındıktan bir süre sonra, Etelka, şunları söylüyor, “İhtiyar kadın, çevresinde her şeyin çöktüğü, gerçekten dul, gerçekten terk edilmiş olduğu duygusuna kapılmıştı.” Canından çok sevdiği kızının onu böyle bir duyguya sürüklemesi ne kadar ilginç ve ne kadar hayatın içinden, değil mi?
Iza, yoksullukla geçen çocukluğunun ve ailesinin ona iyi bir eğitim verme çabasının ağırlığını da hep hissediyor üstünde. “Iza, dünya görüşünün, siyasi bilinçten yoksun olan ama vicdanının sesine göre hareket eden babası tarafından şekillendirilmiş olduğunda ve tahsilini annesinin yoksulluğun oyununu bozmaktaki becerikliliği ve pratik aklı sayesinde tamamlayabildiğine kaniydi. Bu yüzden imkân bulur bulmaz borcunu içtenlikle ödemişti, onun için gayet doğal bir şeydi.”
Baba Vince’in sürekli çalıştığı iş yerinden atılması fakat ailesine ve hayata olan bağlılığı da şu sözlerle ifade ediliyor kitapta: “Vince hayata tapardı; işsiz, hasta, sersefil dahi olsa, sadece var olmayı, yeryüzünde olmayı, sabah uyanıp akşam yatmayı, rüzgârın esmesini ve güneşin parlamasını, yağmurun usul usul ya da bardaktan boşanırcasına yağmasını dünyanın en muhteşem armağanı olarak görmüştü her zaman.”
1969 yılında dünyanın bir ucunda yazılmış bir kitap evlerimize konuk olup empati yeteneğimizi beklenmedik düzeyde geliştiriyor. Kitapların da güzelliği, evrenselliği, biz okuyucuları farklı dünyalara götürmesi hep şansımız değil mi zaten?
‘Iza’ın Şarkısı’ nezdinde şu sözlerle bitirmek istiyorum yazımı:
“Senin bir tabletin bile yokken, kitap senin neyine?” dediler.
Ama öyle olmadı…
“Kitap yerine yırtık ayakkabılarını değiştir” dediler.
Ama öyle olmadı…
“Kitap parası ile git, çikolata ye” dediler.
Ama öyle de olmadı…
“Yine de kitap!” dedi.
Yüzlerce öykü, yüzlerce hikâye bir karede böyle devleşti.