KÜLTÜR-SANAT 

KORONA GÜNLERİNDE BİR FİLM: ‘MAUDIE’

Ülkemizde ilk koronavirüs vakasının görülmesinden bu yana 1 ay geçti. Sağlık Bakanlığı’nın “Herkes kendi OHAL’ini ilan etsin, karantinasını oluştursun” dediğinden bu yana da ilk kez geçen hafta sonu 30 büyükşehir ve riskli bulunan Zonguldak’ta sokağa çıkma yasağı uygulandı.

Sokağa çıkma yasağının olduğu cumartesi günü içi içine sığmayan sıcakkanlı insanlar memleketi Adana’da 17.00’dan itibaren gökyüzü rengârenk uçurtmalarla gönendi. Önceki günlerde de uçurtmalar gökyüzünde salınmış mıydı, bilmiyorum; dikkat etmemiştim.

Adana, bir güzel kent. Damdan bol ne var Adana’da? Çok katlı apartmanların damları, tek katlı, birkaç katlı evlerin damları… Biz çıkamasak da uçurtmalar çıktı evden, süzüldü gökyüzünde… İnsanlar evlere hapsedilse bile ruhları, hayalleri maviliklere ulaştı. 1989 yapımı Tunç Başaran’ın o unutulmaz filmindeki gibi… “Uçurtmayı Vurmasınlar”…

#evdekal #hayatevesığar

Hayat eve sığar, evdeyim, okuduğum kitaplarla, izlediğim filmlerle ruhum hep firarda olsa da… Her gün mutlaka okumaya, iki üç günde bir, film izleyemeye zaman ayırıyorum.

Bugün, hafta sonunda sokağa çıkma yasağı gününde izlediğim bir filmden, yine bir kadın hikâyesinden söz etmek istiyorum: “Maudie”. 2016 yılı İrlanda ve Kanada ortak yapımı bir film…

Biyografik bir film… Oyuncular Sally Hawkins ve Ethan Hawke.

Nova Scotia’da resim yapan halk sanatçısı Maud Lewis’in hayatıyla ilgili bir hikâyeyi anlatıyor film.

Romatoid artrit rahatsızlığından dolayı yürüyüşü, duruşu sorunlu, ellerini kullanması bile sınırlı otuzlarında bir kadın Maudie. Annesi sulu boyayla, fırçalarla tanıştırmış onu. Bir elinde hiç düşürmediği sigarası, diğer elinde fırçaları… Filmin başında anlıyoruz ki anne ölmüş, Maud kendisine mesafeli davranan İda Teyze’sinin evine bırakılmış; bırakılmış diyorum, hastalığından dolayı yaşamsal gereği olan işlerle pek ilgisi olmamış. Filmin hemen başında teyze, ağabey ve Maud’u görürüz teyzenin evinde birbirlerine mesafeli duran. Ağabeyini görünce onun ziyaretine geldiğini, hatta kendisini annesiyle yaşamış olduğunu, eve götüreceğini düşünür Maud. Ancak ağabeyin geliş sebebi Maud’a ait özel eşyaları bırakmaktır. Anneden kalan ev satılmış, eşyalar boşaltılmıştır. Bunu öğrendiği anda Maud’un katı tutumlu, sevgisiz teyzesine mahkûm olduğunu hissettiği andaki kızgın ama çaresiz kalışı, teyzenin ona üstten bakışı ve sanki “Başıma kaldı” hali içe dokunuyor.

Maudie rolünde Sally Hawkins nasıl başarılı, nasıl etkileyici… Eklem rahatsızlığı olan birinin davranışlarını yansıtabilmek için dersler almış oyuncu… Öyle inandırıcı ki duruşu, yürüyüşü, fırçayı tutan, sigarasını yakan, parmaklarının arasına yerleştiren hareketleri… Hiçbirinde abartı yok. Çok yalın oynuyor. Rahatsızlığından dolayı yadırganışının, yalnızlaştırılmasının farkında ama o kendisine çizilen çemberi kırmak için mücadele etmekten vazgeçmeyen genç bir kadını seyirciye dozunda aktarıyor.

Küçük bir kasaba… İda; kurallarıyla, Maud’un hastalığından dolayı bakımının güçlüğünden yakınıp genç bir kadın olduğunu göz ardı ederek baskı altında tutmaya çalışıyor yeğenini. Oysa hastalık vücudunda şekil bozukluğu yaratsa da Maud, gülmeyi bilmeyen bir teyzenin çizdiği sınırların ötesine geçerek hayatı yaşamak niyetindedir. Ev işlerinden anlamasa bile bu küçük kasabada hayatını sürdürebileceği tek iş olanağının kasabanın marketindeki panoya asılan ilandaki ev işleri için hizmetçilik olduğunun farkındadır.

Everett Lewis, kasabanın dışındaki kulübede yalnız yaşayan sert, kaba bir erkektir; balık ve odun satarak, arada bölgedeki yetimhanede çalışarak geçimini sağlar. Nova Scotia, balıkçılığın ve orman işlerinin yapıldığı bir bölgedir zaten.

Yetimhanede büyümüş kimseyle geçinemeyen katı ve kaba Everett’le doğuştan getirdiği eklem rahatsızlığının yarattığı sorunlarla baş etmek ve hastalığından dolayı ailesi tarafından bile istenmeyen Maud’un kasabanın dışındaki küçük kulübedeki sancılı ilişkileri üzerine bir film…

Everett, başta hastalığından dolayı ev işlerinin altından kalkamayacağını düşündüğü Maud’u işe almak istemese de bütün kabalığına boyun eğen Maud’u gönderemez. Everett, her fırsatta kulübedeki hiyerarşik sıralamada önce kendinin, sonra köpeklerin, onlardan sonra tavukların geldiğini; Maud’un yerinin en sonda olduğunu hatırlatır. Kendisi patrondur ve koşulsuz itaat etmesini beklemektedir Maud’dan. Psikolojik şiddetine fiziki şiddeti eklemekten çekinmeyen Everett’e sessizce katlanan Maud’u anlamakta zorluk çekebilir seyirci kimi zaman; belki de o çaresizliğe başka başka şekillerde tanık olmuşsak anlaşılabilir gelir.

Bilmediği, anlamadığı ev işlerini yapmaya çalışır Maud… Küçücük bir penceresi vardır daracık kasvetli kulübenin, önünde uzayıp giden ovaya bakan… Pencereden görünen bir boşluk… Yaz, sonbahar, kış ve ilkbaharda renkleri değişen ova ve gökyüzü… Mevsimler değişir, ovanın renkleri, bitkiler, kendiliğinden açan çiçekler, uzaklardaki tek tük ağaçlar; gökyüzünün rengi, sürekli hareket eden bulutlar…

Filmin bu atmosferi etkili bir biçimde anlatabilmesi için çekimlere 5 ay ara verilerek iki ayrı mevsimde çekim yapılmış. Doğanın uykuya yatmaya hazırlandığı sonbahar, odun kırmaya, içeri taşımaya çalışırken tökezleyip düştüğü uzun kış, yeniden uyanış, bahar ve sıcak, bunaltıcı, içeriyi sinek basan, kapıya tel takılmasını gerekli kılan yaz…

Evi temizlerken tesadüfen eline geçen kutudaki yeşil boyayla önce bir rafı renklendirir küçük kulübede Maud. Sonra duvarlara boyanan kuşlar, tavuklar, çiçekler gelir… Everett’in müstehzi bakışlarıyla geçiştirilen küçük renklendirmeler yavaşça bakımsız, karanlık, daracık kulübeyi beklenmedik şekilde güzelleştirmeye başlar. Sınır çizer Maud’a, – “Bu köşeye dokunamazsın. İşte, o duvarda ne yaparsan yap!” – çizilen şekillerin ne olduğunu çıkaramayan Everett. “O bir tavuk. Henüz gagasını boyamadım.

Üst kattaki tek odaya çıkan tahta merdivenin basamakları çiçeklenir zamanla… Küçük karton parçaları daha büyük boyutlu parçalara boyanan çiçekler, kuşlar, tavuklar, ağaçlar, sonra kendilerini temsil eden insan figürleriyle çeşitlenir, çoğalır; bütün bunların paraya dönüştüğünü fark edince Everett’in de desteğiyle…

Sevgisiz büyümüş, hiç değer görmemiş, katılaşmış Everett ve hastalığından dolayı en yakınlarının bile kendisine sırt çevirdiği çaresizleştirilmiş Maud, o küçük kulübede sınırlı bir dünyayı kendilerince genişletmeyi başararak bir başkası için bir şey yapmanın değerini, bir başkasına dokunmanın eğer istenirse mümkün olduğunu, her ilişkinin kendine özgü dinamikleriyle ilerlediğini düşündürttü bana. İki yaralı, yalnız insan… Ve emek…

Özdemir Asaf, “Bir seviyi anlamak/ bir yaşam harcamaktır/ harcayacaksın” diyor.

Korona günlerinde hayatı eve sığdırmaya çalışanlara… Bazen bazı hayatlar pandemi olmadan da eve hatta bir kulübeye sığıyor… Belki öyle değil, görünen eve sığmak olsa da ondan fazlasıdır: evde ama evden taşar, yedi düvele ulaşır hayat…

Sanat biraz da bunun için yok mu? Bir hayatınız varken, onu yaşıyorken onlarca başka hayata tanık olmanızı, çok bunalmışken bir çıkış yolu bulmanızı, teselli devşirmenizi sağlamak için…

Uçurtmalar bugün de gökyüzünü süsledi. Eminim rüzgârın elverdiği günlerde hep gökyüzünde olacaklar… Olsunlar da…

Şimdi, yeni bir kitapla yeni hikâyelerin peşinde sağlıklı günleri hayal ederek umutsuzluğa kapılmadan yolculuğa çıkma zamanı…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar