EDEBİYAT 

TAŞINARAK AŞINMAK

İç mimarımız, yeni aldığımız evin tadilatında son dokunuşlarını da yapmış, aradı. Evin görüntülerini WhatsApp’tan atacakmış. Dilediğimiz zaman görüp teslim alabilir, istediğimiz zaman da taşınabilirmişiz. Taşınmak. Bir sözcüklük eylem. Ülkemizde her yıl bir milyon iki yüz elli bin kişi bir yerden bir yere taşınıyor. 21’inci yüzyılda hâlâ göçebe bir toplum olmaktan kurtulamadık. Gerçek anlamda bir yere kök salamıyoruz. Özellikle gençliğimde liseden sonraki on beş yıllık zaman diliminde ne kadar çok yer değiştirdiğimi kaç kez saymaya yeltendiysem de her seferinde taşınma serüvenlerimden birini unuttuğumu ayrımsamışımdır.

Söz konusu on beş yıllık sürede bekâr ve sınırlı eşyaya sahip biri olduğum için uzaktan durumum çok kolay görülebilir. Ancak benim gibi sahip olduğu nesnelerle arasında duygusal bir bağ kuran, yaşadığı mekâna ilişkin aidiyet oluşturan birisi için hiç de kolay olmadığını söyleyebilirim. Her taşınmamda işimi kolaylaştırmak adına duygusal bağ kurduğum nesnelerin bir kısmını bırakmanın ve aidiyet oluşturduğum mekânı terk etmenin ruhumda yarattığı derin izleri anlatabileceğimden çok da emin değilim. Bir şehre, bir eve yerleşerek düzeninizi kurduktan sonra başka bir yere taşınıp yeniden düzen kurmaya çalışmak çok tuhaf bir duygu. O nedenle taşınma bende hep bir “aşınma” duygusu yaratmıştır.

Yaşadığım bir yerden ayrılmak ruhsal açıdan, o mekân ve geride bırakılan nesnelerden çok daha fazlasıdır. Her ayrılış, onu izleyen süreçte yepyeni başlangıçların müjdecisi de olsa geride bir yapı bölümünü, birkaç nesneyi bırakmanın yanında; duygularım, nefretlerim, sevgilerim, üzüntülerim, öfkelerim, aşklarım, kavgalarım, kaygılarım, eleştirilerim, özeleştirilerim, anılarım, yaşım ve yaşamımın da bir parçasını bıraktığımdan olsa gerek sonuç hep hüzünlüdür benim için. İnce ince bir acı verir. Ayrıca yaşadığım süre boyunca o mekân benim için geniş ve ferah bir cennetken, terk ettiğim anda orayı birden yoğun bir kasvet basar, küçülür ve viraneleşir gözümde.

Geçmişte yaşadığım bir ayrılış öyküsü benim için yaklaşık üç ay süren korkunç bir serüvendi. O yıllarda Anadolu’da nüfusu kırk – kırk beş bin civarında olan bir ilçede çalışıyordum. Çalıştığım kurum, şehrin dış mahallelerinde olduğundan hemen hemen tüm çalışanlar kurumun eski ve bakımsız lojmanlarında kalıyordu. Benim gibi bekâr personelin kaldığı lojmanlar iyiden iyiye eski, bakımsız binalardı. Çalıştığım kurumun yöneticisiyle –yönetim anlayışını beğenmediğimden, kanun ve kurallara uygunsuz davranan yapısı nedeniyle– sık sık ters düşüyordum. Bir gün yaşadığımız tartışma, bardağı taşıran son damla oldu. Sırtını, hemşerisi olan İçişleri Bakanına dayadığından istediği gibi at oynatan, kurumu babasının çiftliği gibi yöneten, aldığı güçle bazen bir üst amiriyle de ters düşmekten kaçınmayan bu şahıs, kaldığım lojman, kendisinin bana sunduğu bir lütufmuş gibi davranınca ani bir kararla tüm eşyalarımı toplayıp orayı terk ettim. Kurum kuralları gereği lojmana girişte ve ayrılırken amire bilgi verilmesi gerekiyordu. Ben kendimce restimi çektim, bilgi vermeden apar topar küçük bir kamyonetlik eşyamla ilçenin yolunu tuttum. Bu durumda maaşımdan lojman kirası kesilmeye devam edecekti elbette. Umurumda değildi. Muhatap olmayacaktım.

Öyle öfkeliydim ki gözüm hiçbir şeyi görmüyordu. İlçede sanki bütün boş evlerin sahipleri, Gürol Bey gelsin de benim evimi tutsun diye bekleşiyorlardı. İlçede oturan ve başka bir kurumda çalışan Mehmet Ağabey’in evine gidip eşyaları oraya bıraktım. Mehmet Ağabey çok yumuşak huylu, yaşı biraz geçkince ve tek başına yaşayan biriydi. Ancak onunla kalmak değildi niyetim. Hemen ev aramaya koyuldum. Öfkeyle kalkan zararla otururmuş. İlçedeki sınırlı sayıdaki boş evden bekâra verilebilecek tek bir ev bulamadım. Akşama kadar ayaklarıma karasular indi. İlerleyen saatlerde umutlarımı yitirmeye başlamıştım. Bir şeyler atıştırıp Mehmet Ağabey’in evine gittim. Birkaç parça kıyafet alıp –ev bulana kadar– ilçenin tek oteline yerleşecektim.

Mehmet Ağabey’in oturduğu küçük avluda onlarca aile yaşıyordu. Avluyu çepeçevre saran küçücük evler alt alta, üst üste sefertası misali avlunun etrafına yerleştirilmişlerdi. Avlunun tek bekâr sakini oydu ve komşuları onu çok seviyordu. Ben yokken onlarla ne konuştu bilinmez onun referansıyla toprak bir evcik, içindekiler boşaltılıp bana ev olarak sunuldu. Ev demeye bin tanık isteyen o yapı bana o anda saray göründü. Eşyalarımı avlunun öbür ucundan on metre kadar ötedeki Mehmet Ağabey’in evinden hızlıca ‘evime’ taşıyıp yerleştirdim.

Ev dediğime bakmayın, dış kapısı ahır kapısına benziyordu ve dışardan bir halkaya telle bağlıydı. Çok sık anahtar kaybediyordum. Böylece anahtar kaybetme derdi ortadan kalkmıştı. Güvenlik sorun değildi; çünkü çalınacak değerde eşyam yoktu, içerdeyken de kapıyı arkadan tahta bellemeyle sürgüleyecektim. Evin zemini sıkıştırılmış topraktı. Su dökülse çamur olurdu. Duvarları kerpiçti ve toprak sıvalı yüzeyi beyaz kireçle badanalanmıştı. Girişte solda dört beş metrekarelik penceresiz bir odacık vardı. Musluğu ve bir metrekarelik beton yalağıyla evin hem mutfağı hem banyosu burasıydı. Girişte sağda bir metrekare büyüklüğünde iki basamakla çıkılan bir tuvaleti vardı. Musluk yerine ibrik, tuvalet taşı yerine üzerine tüneyeni yutuverecekmişçesine ağzını kocaman açmış kara bir delik vardı. Giriş kapısının tam karşısında arka sokağa açılan bir başka tahta kapısı daha vardı. İptidai bir mekanizmayla içeriden körlenmişti. İstenirse kullanılabilecek ve ‘evin’ avluyla bütün ilişkisini kesecek bu kapıyı kullanmayı hiç düşünmedim. Solundaki odanın kapısını açınca bir evde bulunduğunuzu duyumsatan tek kanıt, evin dış dünyayla yegâne bağlantısı olan pencereyi görebilirdiniz. Ancak yarısı açılabilen pencereyi açtığınızda içeri dolan hava doğal yoldan oksijen alabileceğiniz tek seçeneğinizdi. Arka sokağa bakan bu pencerenin hemen yanı başındaki sokak lambası gece lambası bulundurma derdinden de kurtarıyordu sizi. Elbette benim gibi parlak ışıkta uykunuz kaçmayacaksa…

El radyom dışında evdeki tek teknolojik araç aydınlatma amaçlı kullanılan dört ampuldü. Bu evde Lyon’daki Imperiale Caddesi’nin aydınlatıldığı tarihten bu yana –1857 yılında– zaman durmuş gibiydi. Öyle sanıyorum ki geçmişte bir süre burada büyükbaş hayvan beslenmişti. Hâlâ duvarlara sinen tezek kokusu alınabiliyordu. Köy yaşamının zorluklarıyla hiç karşılaşmamış olduğumdan olsa gerek, köye özgü kokular köylülerce sevilmese de ben çok seviyordum.

Sabah uyanır uyanmaz transistörlü el radyomu açtım, oyun havaları eşliğinde yataktan kalkıp yüzümü yıkamaya mutfak-banyoya geçtiğimde beni kötü bir sürpriz bekliyordu. Biricik musluğum yüzümü yıkamak üzere açtığımda engerek gibi yüzüme tıslıyordu. Evimde zaten kayda değer bir elektrik parası olmayacaktı. Demek su parası da yoktu, su olmadığı için temizlik yapmak, deterjan masrafı da yoktu. Kentin her tür konforunu yaşamış olan ben, lojman koşullarına yeni yeni uyum sağlamışken şimdi 19’uncu yüzyılın koşullarına alışmaya çalışacaktım.

O gün yüzümü utana sıkıla Mehmet Ağabey’in evinde yıkadım. Kahkahalarla gülerek, “Yahu sen biliyorsun sanıyordum. Siz lojmanlarda depodaki suyu kullanıyorsunuz, jeneratörünüz de var elektrik kesintilerinden etkilenmiyorsunuz tabii. Bizim burada yalnız sabah beşle altı arasında su verilir. Ne kadar alabilirsen bidonları doldurursun. Alabildiğini aldın, olmadı bidonla su satılır, gün içinde onlardan alırsın. Hafta içinde Allah’ın her günü sabah on birden akşam beşe kadar elektrikler de kesilir” dedi.

Canım çok sıkılmıştı. Eski ve bakımsız da olsa lojmanlarda elektrik ve su sorunu yaşamamak ne büyük nimetmiş. İlçedekilerin sorunlarından ne kadar habersiz yaşıyormuşuz. İşin garip yanı, baraj trafolarından çıkıp güneybatı-kuzeydoğu yönünde ilerleyen yüksek gerilim hatları ilçenin kıyısından geçerek bölgesel şebekeye can verirken, direklerin dibine veremiyordu. İnsanların, biz lojmanda kalanlardan, neden imrenerek söz ettiklerini şimdi daha iyi anlıyordum. “Neyse, sorun değil, su biriktirmeye yarın başlarız” dedim. İlk günden pes etmeye niyetim yoktu.

Sular idaresi sanki benim ilçe merkezine taşınmamı dört gözle bekliyordu da ben taşınınca suyu iyice kıstı. Sabahları gelen su bir çaydanlığı adeta damlayarak bir saatte zor dolduruyordu. Cami avlusundaki şadırvandan pis bidonlara su doldurup bisikletlerle satış yapan ilkokul çağı çocuklarına kul olmuştuk. Paramızla hastalık satın alıyorduk. İlçede dizanteri baş göstermişti. Tam seksen gün dayanabilmiş, hastalık kapmadan sessiz sedasız lojmanıma geri dönmüştüm. Yeniden lojmana dönmek üzere elektriğe-suya, uygarlığa(!) yolculuk yaptığım işte o gün bile seksen gündür biriktirdiğim anıların hatırına yine çok hüzünlenmiştim.

Şimdi eksiksiz bir evden yine eksiksiz bir başka eve, kendi evime taşınacağım. Yine yaşadıklarımı, yaşanmışlıklarımı, acılarımı, sevinçlerimi, anlarımı, anılarımı, dostlarımı, dostluklarımı bırakarak yepyeni bir yaşama yol alacağım. Ve yine bir hüzün geldi yüreğime çöreklendi. Sevemedim şu yer değiştirme işini bir türlü. Kaç insan vardır şu koca dünyada doğduğu evde ölme bahtiyarlığına eren?

Taşınmıyorum. Taşınmalarla aşınıyorum. Her taşınmada bir parça Gürol bırakıyorum geçtiğim yerlerde, erozyona uğruyorum…

Gürol.

. ürol.

. . rol.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar