EDEBİYAT 

BEREKETLİ TOPRAKLARIN BEREKETLİ YAZARI

15 Eylül 1914’te Ceyhan’da doğan Mehmet Raşit’in babası Abdülkadir Kemali Bey, annesi Azime Hanım’dır. Abdülkadir Kemali Bey, aslen Elazığlı olup Osmaniye doğumludur. Avukat olan Abdülkadir Kemali Bey çok kısa bir süre Adalet Bakanlığı yapmış birinci meclis milletvekillerindendir, annesi Azime Hanım da kısa bir süre öğretmenlik yapmıştır. Dünyaya geldiğinde babası Çanakkale’de topçu teğmenidir. Mehmet Raşit savaş koşullarındaki topraklarda gözünü açmıştır. Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yıllarını takiben Abdulkadir Kemali Bey kurucusu olduğu Ahali Cumhuriyet Fırkası’nın kapanmasını takiben tutuklanacağı endişesiyle 1939’da yurda döneceğini bilmeden ailesiyle birlikte yurt dışına çıkar ve Beyrut’a yerleşir. Abdülkadir Kemali Bey yasalar gereği Beyrut’ta avukatlık yapamaz. Geçim sıkıntısı çekerler.

Mehmet Raşit disiplinli biri değildir ama çok iyi futbol oynar. Penaltı ustasıdır. Bulaşıkçılık, matbaa işçiliği, garsonluk gibi işlerde çalıştığı sürgünde ilk aşkı Eleni olur. Yoksulluğunun sorumlusunun kendisi olmadığı bilincini ondan edinir. Eleni’nin ortadan kaybolup evlendiği haberinin gelmesiyle anlam arayışına girer. Sürgündeki zor yıllardan sonra artık orada kalmasının anlamı kalmamıştır. Ailesini bırakarak doğduğu topraklara, Adana’ya döner. Fabrika kâtipliği içinde, pek çok iş yapmış olsa da sonrasında ekmeğini kalem işçiliğinden çıkarır. İlk gençlik yıllarındaki demiryolları grevi deneyimiyle ustalardan öğrenmeye başlamıştır. Sınıf bilincinin oluşmaya başladığı ve sıkı bir okuma alışkanlığı kazandığı dönemdir. Mehmet Raşit çok iyi bir gözlemcidir aynı zamanda. Gerçek ustası ve öğretmeni Bursa’da birlikte hapis yattığı Nâzım Hikmet olacaktır. Hapse düşme nedeni ise askerde ‘Gorki ve Nâzım okuyor olmak’. Edebiyat yaşamına şiirle başlamıştır ancak Bursa Hapishanesinde tanışarak güçlü bir dostluk kurduğu Nâzım Hikmet’in desteklemesiyle öykü ve romana yönelir. Mahpustan çıkacağı zaman dostu, ustası, öğretmeni Nâzım için bir şiir yazar.

Sen/ ‘Promete’nin çığlıklarını/ kaba kıyım tütün gibi piposuna dolduran adam’/ sen benim mavi gözlü arkadaşım/ kabil değil unutmam seni. // 26 Eylül 1943/ seni yapayalnız bırakıp hapishanede/ bir üçüncü mevki kompartımanda pupa yelken/ koşacağım memlekete. // Ve tren/ bir güvercin gibi çırpınarak istasyona girecek/ gözü yaşlı bir genç kadına/ beş senenin ardından/ kocasını getirecek. // O dem ki boş verip istasyon halkına/ yanaklarından öperken sevgilimi/ sen neşeli mavi gözlerinle bakacaksın/ içimden bana/ o dem ki yürekten her şey atılacak. // Ekmek–kin–hasret/ fakat Nâzım Hikmet/ sen şu kadar kilometre uzakta kalmana rağmen/ aydınlık yüreğimin duvarına dayayıp sarı saçlı başını/ batan bir yaz güneşi hüznüyle ağlatacaksın arkadaşını. // Günler geçecek/ ekmek derdi çökecek omuzlarıma. // Fabrika. // Makinalar. // Tezgâhım. // Sana şekerkamışı, portakal yollayacağım. // Karım yün çorap örecek. // Her hafta mektup yazacağız. // –Askere almazlarsa eğer– // Unutabilir miyim seni?/ Tahtakurusu ayıkladığımız hapishane gecelerini/ ve radyoda Şark Cephesi’nden haber beklediğimiz/ müthiş anların küfrünü! // –Radyonun yanındaki duvara/ kurşunkalemiyle abus insan yüzleri çizmiştin– // Unutabilir miyim seni?/ Hâlâ beton malta boylarında duyuyorum/ takunyalarının sesini! // Unutabilir miyim seni hiç?/ Dünyayı ve insanlarımızı sevmeyi senden öğrendim/ hikâye, şiir yazmayı/ ve erkekçe kavga etmeyi senden!

Nâzım, şiiri dinlediğinde çok hüzünlenir. Orhan Kemal’in öngörüsü gerçekleşmez o an, kendisi ağlamıyordur ancak “mavi gözlü dev” çok etkilenmiştir ve ağlar. Ve Orhan Kemal’i şiirindeki gibi Kilis’te askere alırlar, mahpusluk nedeniyle eksik kalan askerliğini tamamlatırlar mahpusluk günleri sonrasında… Askerlik sonrasında terhis belgesi vermeden Çorum’a sürgün edilir. Sürgünlüğü 1939’da Türkiye’ye dönmüş olan babasının Başbakan Recep Peker’e yazdığı mektupla son bulur.

1956 yılında yazdığı bir öykü kovuşturmaya uğrar. Mahkemede hâkim Orhan Kemal’e sürekli yoksul insanları, fabrika işçilerini, ırgatları yazdığını, ülkede varlıklı insanların da olduğunu, neden onların yaşamını yazmadığını sorunca Orhan Kemal, “Ben gerçekçi bir yazarım. En iyi onların yaşamını biliyorum. Zenginlerin nasıl yaşadığını bilmiyorum ki… Bilsem onları da yazarım” der. Beraat eder.

Gerçekten de Orhan Kemal, Çukurova’nın katı gerçeğini, toprak kavgasını, emekçilerin alın terini çalanları, yorgunluktan bacağını patoza kaptıranları, sıtmalı çocukları, işsizliği, açlığı, yoksulluğu belleklerden silinmeyecek güzellikte yazmıştır.

Orhan Kemal’i tanımak için yapıtlarına ve söylemlerine bakmak yerinde olur. Kendi ifadesiyle bir mektubunda, “Eşe dosta selam. İnandığım doğruların adamı oldum, böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir” der.

1960 yılında Paris’teki Abidin Dino’ya yazdığı mektubun bir yerinde “Unkapanı’nda, daha doğrusu Cibali’de oturuyorum. Bir yanımda tütün fabrikası, Tekel’in. Her sabah fabrika borusunun kalın kalın ötüşü ve penceremin önünden kadınlı erkekli işçilerin geçişi. Hele yağmurlu, çamurdan günlerin mor sabahlarında, biri kucağında, ikisi yanında, bir lokma ekmek için koşan kadın işçilerin telaşı, yaşamak için çabalamaları, kendimi, kendi dertlerimi unutturuyor. Onların ‘yaşama savaşı’ yanında, bizimki ‘lüks’. Asıl haklı olan onlar. Daha iyi bir dünyaya dünyaca gittiğimize olan inancım hiçbir zaman sarsılmamıştı. İnsanlık arabası değil bu taşları, hatta önüne çıkan hendekleri de aşacaktır” diye yazar.

Orhan Kemal kendiyle ilgili kaleme aldığı bu satırlarda bir yandan kişiliğine ilişkin ipuçları verirken diğer yandan eserlerine konu edineceği yaşamların kesitlerine ilişkin ipuçları da verir.

Aynı mektubunda, 27 Mayıs öncesi günlerde kalbinin nasıl gençlerle birlikte attığını da aktarır. “İstanbul’un kaynayan bir kazan gibi taştığı günleri” Beyazıt Meydanı’nda (Hürriyet Meydanı) otomatik silahlarla vurulan gençlerle birlikte geçirdiğini, onların Babıali Caddesi’nden nasıl coşkun bir su gibi aktığını gözleri yaşararak seyrettiğini, onlarla birlikte bağırıp çağırdığını dile getirir. Ona bütün bu gördüklerini, yaşadıklarını yazabilecek, kirası ödenmiş bir ev, kaynayan bir tencere ve uzun uzun düşünebileceği, müsveddeler yazıp yazdıklarını beğenmeyip yeniden yazabileceği, dinlenerek yazabileceği “zaman” gereklidir. Yazacağı yeni romanda Demokrat Parti Dönemi’ni anlatacağını yazar.

Orhan Kemal 1966 yılında, Türkiye İşçi Partisi Fatih İlçe Başkanı Mehmet ve Lokantacı Mustafa ile birlikte, ihtilalci komünist hücre faaliyeti göstermekten dolayı tutuklanır. Savcı iddianamede Mustafa’nın lokantasını hücre faaliyetinin sürdürüldüğü yer olarak nitelendirmiştir. Orhan Kemal’in beş hafta hapiste kalmasına neden olan ve ancak iki buçuk yıl sonra aklandığı dava, dönemin siyasi iktidarının muhalif sanatçılar üzerindeki baskısına iyi bir örnek oluşturur. Orhan Kemal bu tutuklama için dışarıdaki arkadaşlarına şu notu iletmiştir:

… Bu her toplumcunun, her yurtseverin başına gelir. Hiç üzülmeyin, hiç dert etmeyin. İnsan, insan olmayı seçerse işte böyle ödetirler. Elbette dünyanın birçok değerlerini ellerine geçirenler, bunları asıl sahiplerine vermemek için her çareye başvuracaklardır…

Çetin Altan, Akşam gazetesinde yayımlanan yazısında; “Bugün bayram. Orhan Kemal içerde… Orhan Kemal’in içerde olduğu bir bayram kutlanamaz. Orhan Kemal bütün ömrünü sanatına, sanatını da Türk halkını sömürenlere, dolandıranlara, çalanlara karşı ortaya koymuş büyük bir Türk yazarıdır ve o yüzden içerdedir… Bayramlar hak edildiği zaman bayramdır. Fakir fukara milyonları soyguncu ve sömürücülere karşı savunan halkçı yiğitlerin işkenceden işkenceye sürüklendiği günlerde bayram kutlanamaz. Elli yıl sonrasını düşünüyorum da bugünkü politika sahnesinin bütün figüranları birbirlerinden ayrı mezarlarda birer kemik yığını olacaktır. Ama Orhan Kemal’in eserleri o gün de okunacak, acılarla yüklü hayatı o gün de anılacaktır. Ona bu acıları çektirenlerin esamisi okunmayacak ama Orhan Kemal eserleriyle yaşayacaktır” der.

Biraz da Orhan Kemal’in yapıtlarına göz atacak olursak, “56 yıllık yaşamına neredeyse yaşı kadar kitap sığdırmış, üretken bir yazardır” diyebiliriz. Geçinebilmek için sayısız oyun da kaleme alan Orhan Kemal hızlı ve çok yazmış olsa da yazın niteliğinden ödün vermemiştir ve yapıtlarının bir bölümünün otobiyografik izler taşıdığını görürüz. ‘Baba Evi’, ‘Avare Yıllar’, ‘Cemile’, ‘Dünya Evi’, ‘Arkadaş Islıkları’, ‘Bir Filiz Vardı’ (Ülkü’dür âşık olduğu kadının gerçek adı. Baskılara göğüs geremeyecek ve ayrılmak zorunda kalacaktır) adlı kitapları bu özellikleri taşıyan yapıtlarıdır. Kitaplarındaki kadın kahramanlar emekçidir, üretkendir, güçlüdür.

Üretken usta yazar Orhan Kemal; romanlarını, hikâyelerini, senaryolarını, tiyatrolarını peş peşe yayımlar. Ancak bunca eser vermesine karşın, hayatı boyunca geçim sıkıntısı yaşar. Ekonomik sıkıntıların bunalttığı bir dönemde durumunu şöyle özetler:

İki buzdolabı alıp yarı fiyatlarına satarak dört aylık ev kirası borcumla, uçan kuşlara olan borçlarımı temizledim. Yani yüzde yüz faizle borçlanıp bütün borçlarımı koordine ettim gibi bir şey. Ne sinema, ne de gazetelerde roman üzerine iş. Durum bombok. Türkiye’den hicreti bile düşünüyorum. Dünyanın hiçbir tutunmuş romancısı, dünyanın hiçbir yerinde bu vaziyete düşmez. Düşerse hapse düşer, yoksa işsiz kalmaz, bırakılmaz…

Hastalanır. Yurt dışında tedavi olabilmek için önceleri pasaport alamaz. Sonra çağrılı olarak gittiği Sovyetler Birliği’nde rahatsızlanır ve tedavi edilerek yurda döner. Bir yıl kadar sonra Yazarlar Birliği’nin çağrılısı olduğu Bulgaristan’da rahatsızlanır ve beyin kanamasından yaşamını yitirir, tarih 2 Haziran 1970 akşamıdır. 6 Haziran’da karayolu ile Edirne’den giriş yapan cenaze aracının önünü bir işçi elinde çiçekle keser ve anısı önünde saygıyla eğilir. Yıllarca işçilerin, ırgatların, emekçilerin yaşamlarını anlatan usta yazar en anlamlı şekilde karşılanmıştır.

Yaşamı boyunca para sıkıntısı çekse de yapıtları birçok dile çevrilen Orhan Kemal, bugün aramızda yaşıyor. Çetin Altan büyük ölçüde yanılmamıştır. Dönemin politikacıları unutulmuş ya da unutulmaya yüz tutmuştur; ancak ölümünün üzerinden elli iki yıl geçmiş olsa da Orhan Kemal unutulmamıştır, aşklar, sevdalar, haksızlıklar ve sömürü olduğu sürece de unutulmayacaktır…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar