BİR MEMLEKET MESELESİ OLARAK SAİT FAİK
-ADANA-
Edebiyatımızda öykücülüğüyle çığır açmış olan Sait Faik’te bana oldukça şiirsel gelen bir söylem var. Hayata dair coşkusunu dizginlemek endişesi duymadan kaleminden damıttığı satırlarda nefes alıp veren bir giz var sanki. Yaşadığı zamanın Beyoğlu’sunu, Burgazada’sını, balıkçılarını, denizini, kahvehanelerini, meyhanelerini bütün işitilebilirliğiyle sözcüklere hapsetmeyi başarmış. Ne zaman okusam bütün uğultusunu duyuyorum adeta, suskunluğunda ise derin bir boşluğun soğukluğunu. Oysa suskunluğu hiç sevmediğini biliyoruz ‘Hişt Hişt’ten. Yalnızlığı hatırlamaktan nasıl kaçtığını, sığındığı en güvenilir limanın doğa olduğunu biliyoruz.
“Bir insanı sevmekle başlayacak her şey.” diyen birinin insanlarla ilgili bir derdi olmasını beklemeyiz. Fakat söz konusu Sait Faik. Peki, niçin insanlardan bu kaçış? Sait Faik’i insanlardan uzak durmaya iten ne? ‘Haritada Bir Nokta’ öyküsü bize bu sorunun cevabını kısmen verir. Balıktan dönen bir teknede dışarıdan gelen bir adamın tayfaya yardım etmesi ve işin sonunda payına hiçbir şey düşmemesine tanıklık eder. Kahvedekilerden biri bu duruma itiraz etse de sonuç değişmez. Sait Faik, kayıktakilerden birinin itirazını umut ederek bekler ve kimseden ses çıkmayıp haksızlığa uğrayan adam uzaklaşınca verdiği sözden cayar, yazmama sözünden. Ve hepimizin bildiği o meşhur “Yazmasaydım deli olacaktım.” cümlesi dökülür satırlara. İşin özü, gördüğü manzaralar, kendi insanlık düşüne ters düşen, acımasızlık, bencillik dolu manzaralardır. Bunca haksızlığın nasıl son bulacağına dair mesajını da ‘Sinağrit Baba’da fısıldar bize:
“Sinağrit Baba onları kurtarmanın bu kadar kolay olduğunu biliyordu ama bildiği bir şey daha vardı, o da ister su, ister kara, ister hava, ister boşluk, ister hayvan, ister nebat âleminde olsun bir kişinin aklıyla hiçbir şey halledilemeyeceğiydi. Ancak bütün balıklar oltaya tutulan hemcinslerini kurtarmanın tek çaresinin koşup o yakamoz yapan ipi koparmak olduğunu akıl ettikleri zaman bu hareketin bir neticesi ve faydası olabilirdi.”
Belki de en çok bu yüzden yazdı Sait Faik. Gördüğü haksızlıklar karşısında ‘bir’ olmak cesaretini sergileyebilseydik kalemini ortak edeceği bir derdi olmayacaktı.
Mina Urgan, ‘Bir Dinozorun Anıları’nda Sait Faik’ten bahsederken ekmek parası kazanmak zorunda kalmadığını, harçlığını annesinden aldığını, çalışmak zorunda kalsaydı hiç öykü yazamayabileceğini dile getirir. Gerçekten dediği gibi mi olurdu, yoksa yaşam kavgasında –Sait Faik’teki maişet– karşılaştığı türlü durumları ortaya koyduğu başka öyküler mi olurdu, bilinmez. Öykülerinde anlatmaya değer bulduğu insanlara dair dikkatli gözlemlerde bulunan yazar, kendi içindeki sokaklarda gezinmeye evrilen serüvenini de incelikle işlediği cümlelerle bezemiştir. Sait Faik’e göre her insanın içinde öykü bulunmaz. Yazar, öykü taşıyan insanı kıstırıp içindeki öyküyü alabilmelidir. Salah Birsel, Sait Faik’e dair bu anlayışı kavun almaya benzetir:
“(…) onları kavun alıyormuş gibi iyice tartar, koklar ve öykü olabilecek bir yan bulduktan sonra onlara kucak açar.”
Tahir Alangu ise, bu anlayışın ıstakozu doğru seçebilmekle benzer olduğunu vurgular.
Sait Faik’in öykülerinde bize aktardığı dünya onun ne denli hassas olduğunu gözler önüne serse de, ismi geçen tanıkların çok sık küfrettiği dile getirilmiştir. Bu durum her ne kadar birbiriyle ters düşse de Sait Faik, küfrü aklının almadığı durumlar karşısında kullanmıştır. Mesela Bedri Rahmi, Sivriada’ya giderlerken denizin yüzeyinde martı ölülerini görmesi karşısında küfrettiğini anlatır. Belli ki ‘Son Kuşlar’ hikâyesindekine benzer bir duyarlılığın açığa çıktığı anlardan biri yaşanmıştır. Doğanın nasıl tahrip edildiğine dertlendiği ‘Son Kuşlar’da sonraki kuşaklar tarafından işitilmek isteğini “Bizim için değil, ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi.” şeklinde ifade eder. Umut eder, seslenir. Zamanının ötesine ulaşacağına olan inancını diri tutar.
Sait Faik’in satırlarıyla sonsuz kıldığı denizin, kuşların, balık çırpınışlarının, ağaçların, böceklerin yankısı boşlukta uzayıp kaybolmuşçasına yaşıyoruz bugünleri, ne acı! O sayfaları aralayıp satırlarda gezinmesi gereken gözlerden nasıl da ayrı düşmüş yazar. O çocukların Sait Faik’in varlığını hiç bilmeden büyüdüğü, hırslarına köle olduğu ve bu uğurda her şeyi kurban edebildikleri bir anlayışa mensup oldukları gün gibi ortada. Bugün, Sait Faik’i o ‘çocuklar’a sevdirememiş olmanın bedelini ödüyoruz, kim bilir belki de Orhan Veli’yi ya da Tanpınar’ı… Mesele hangisi olduğu değil, iyi edebiyattan uzak kalmış olmaları.
Şairin dediği gibi, “handan, hamamdan geçtik/ gün ışığındaki hissemize razıydık”… Lakin ondan bile mahrum bırakılıyoruz artık. Ormanlar, denizler, dereler… Talanın sonu yok. Hissemize göz dikenlerin “memleket meselesi” saydığı bir sloganları vardı malum. Oysa bu memleketin en önemli meselesi çocuklarının iyi edebiyattan yoksun kalışıdır. Ötesi var mı?
KAYNAKLAR:
– ‘Bir Dinozorun Anıları’, Mina Urgan, YKY, Ekim 2019.
– ‘Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu’, Salah Birsel, Sel Yayıncılık, 2016.