SOSYAL MEDYA KUYUSU
-AYDIN-
Facebook’un kurucusu ve CEO’su Mark Zuckerberg’in yıllar önce söylediği, “Özel alanın yokluğu ve paylaşım, yeni sosyal norm oluyor” diye bir sözü var. Zuckerberg artık sadece Facebook’un değil, Instagram’ın da sahibi. Bu sözü kanıtlarcasına “yeni bir normalimiz” var artık. El birliğiyle Zuckerberg’in görüşünün arkasından koşan bir sürü insan…
Neler, neler görüyoruz her gün, nasıl olaylarla karşılaşıyoruz… Şaşkınlıkla tepkimizi göstermeye çalışırken bazen de olan bitene, güce giden her şeye bir heykel gibi bakıyoruz. Onca hasırlaşan şey arasında tek yapabildiğimiz karşıdan bakmak. Sanki bütün kapılar aynı, hiçbir deniz birbirinden farklı değil. Biraz açıyı genişleteyim derken üçgenin içinde boğulup gidilen hayatlara seyirci kalıyoruz. Üç kenar arasında sular yutuyor blogger’ları, fenomenleri, çocuk yaştaki sosyal medya kullanıcılarını.
Ve fakat başkalarının hayatları üzerinden kendi hayatımızın değerini anlatmaya çalışıyor bazıları sosyal medyada. Birileri ekrandan şöyle diyaloglarla sesleniyor bize:
– Bak şimdi canım! Ben her tatilimi Bodrum’da ultra lüks bir otelde geçiriyorum. Şu giydiğim çizme var ya, şu çizme. İndirimde bile en az senin bir maaşın kadar. Kahvemi öyle kalitesiz fincanlarda içemem, tamam mı? Son model olmalı. Benim çocuğum yüzde 100 ipek giyer. Hem de bu yaşta. Anlatabiliyor muyum?
Bu diyaloglar karşısında da maalesef akıl yürütemeyen, imrenen, sağduyusu yetersiz olanlar var. Sonuç; aile içi huzursuzluk, bir çaput için çekilen gereksiz krediler, mutsuz insanlar… Maalesef var.
Sahte hayatlar var. Taklit hayatlar var. Görünen yüzler, görünmeyen yüzler de var. Eşi ile çekildiği “o mutlu” fotoğrafı yayınlamadan sadece beş dakika önce edilen kavgalar; “Önce susatırım, sonra su satarım”a baş koyan binler; Lokman Hekim’in bile çare bulamadığı konulara anında doğal çözüm bulanlar; “Siyahı yetmez beyazı da aşırı iyi” diyen pazarlamacılar ve tüm bunları yaparken vergiden muaf tutulanlar… Kapama ile gelen yeni kampanyaların da bizlere “özel” olduğu gerçeği. “Sahte” yeni normalimiz ne de olsa!
Sait Faik, yazdığı ‘Sinağrit Baba’ öyküsünde sanki onlara şöyle sesleniyor:
“Deniz üstü de böyledir biraz; insanlar arasındaki beraberlik bazen öyle zayıflar ki… Herkes kendi havasındadır; kendi küçücük kaygılarıyla kuma gömer başını. Hiç kimse gerçekleri görmek istemez; görse bile çıkarları nedeniyle umursamaz. Bazen kibirli bir acımasızlığı yeğleyip, tehlikeye koşanı uyarmazlar. Birbirlerinin mutsuzluklarıyla da beslenir deniz üstü dünyasındakiler. Kocaman ağızlar kurtlar sofrasında açılır.”
Hepimizin hayatın değişik yaşlarında tanıştığı ‘sosyal medya’ diye anılan bu mecra neredeyse yirmi dört saat açık duran pencere sanki. Gençler için sorun yok; çünkü hayatın doğal işleyişi içinde kabul edilebiliyorlar. Ancak orta yaşın sonlarına ulaşmış, yaşlılıktan gün almış olanlar için yadırganan yönleri var. Örneğin köyünde, yaş farkından dolayı babasıyla aynı kahveye gidemeyen delikanlı, sosyal medyada babası yaşında birine düz ara saygısızlık yapabiliyor. Aslında konuya böyle girersek, sosyal medyayı hemen kapatmak gelir içimizden, fişini çekelim isteriz. Ama meramımız bu değil! Biraz daha makul konulara girelim. Ters tepmeyecek gibi.
Öyle ya, nasıl olsa bizi görmüyor, memleketin öbür ucunda diye, hiç tanımadığı birine, bırakın saygısızlık yapmayı –yaş farkı olmasa da– sen diye hitap etmenin bile kabalık olarak algılanabileceği noktadan çok gerilerdeyiz.
Ekranın başına geçince / telefonu elimize alınca, sanki kutup denizinde, dalgalarla boğuşan kocaman bir geminin kaptanı oluveriyoruz. Hele bir de arkadaş/takipçi sayımız binli sayıları geçmiş ise… Başlıyoruz “ayarlara”.
“Sayfamda şu kadar kişi var ama kimse paylaşımlarımı beğenmiyor!”… “Günaydın dedik, kimse selam almadı!”… Sınıf öğretmeni rolü devrede… Örnekler çoğaltılır ama bu kez yazı uzar! Gerek yok bence uzatmaya…
Neyse biraz daha zaman geçince; hele hele evde kapalı kalmaktan canı sıkılan kullanıcımız ‘bahar temizliği’ duyurusunu yapar… “İyi gelecektir” bahar temizliği. Kendini “iyi hissetmesini” sağlayacaktır! Çünkü çıkış noktası bulamaz, üretemeyenlerin kısır döngüsü içinde yapabileceği tek şey budur! Peki, temizlik yapıyoruz kimin umurunda? Çok mu dert ediyor sizin temizliğinizi, durup dururken sildikleriniz? Zorlamalara, dayatmalara karşı elbette tepkisiz kalınmaz. Tacize, özel mesaj sapkınlarına, ısrarcılara en kolay ve kesin çözümdür. Hele engellemek var ki, tadından yenmez. Bunlar ayrı. Tamamen başka… Bizim konumuz durup dururken çıkan ‘ayar’ meselesi! Kimin kimden bir nebze üstünlüğü var? Neden bizim istediğimiz gibi yazmak veya paylaşmak zorunda olsunlar? Neden herkes tek tip düşünmeli? Neden sadece bizim doğrumuz doğru?
Neden biz böyleyiz? Sadece nefes almanın bile sıkıntıya girdiği, insanların ciddi zorluklarla yaşamaya çalıştığı, şu zor günlerde sizin başka işiniz mi yok?
Instagram gerçeği var bir de. Instagram anneleri/babaları var. Evlattan daha kıymetli cep telefonları olanlar… Parkta çocuk kaydıraktan düştü düşecek, o sırada bankta oturan baba Instagram’dan Facebook’a yuvarlanıyor; çocuk saati bile kurmuş yatmaya hazırlanırken, anne hangi paylaşımı yapayım diye kafayı kuruyor; çocuk kitapçıda kitap arıyor, anne o sırada az önce gördüğü ayakkabının markasını Instagram’da. Eskiden cep saatleri, köstekler vardı. Dededen toruna, nesilden nesle geçerdi. Kurula kurula, ağır ağır ilerlerdi zaman. Şimdi cep telefonları çocukların hatıralarına geçiyor. Anne-baba zamanlarının hırsızı; cep telefonları…
Bunun yanında, bir de Instagram’ın anaokulu olması gerçeği var tabi. Her “hikâyenin” ikisinde, bir fenomenin çocuğu var. Anneliği sadece bir kariyer olarak görüp iki takipçi fazla olsun diye sürekli çocuklarını öne atanlar… Üç yaşında kız çocuğuna ruj sürdürüyor; dört yaşındaki oğlunun kafasına toka takıyor. Hayatında bir kez bile görmediği binlerce farklı çevreden insan da şahitlik yapıyor buna. “Soru-cevap” kısmında, “Şu üniversiteyi bitirdim, şurada yüksek lisansımı tamamladım” diyenler…
Şu dizelerim, belki de anlatıyor gerçeği:
“Kuyuya kelimeler, dizeler atıyorsun/ suyun tadı güzelleşiyor gibi oluyor/ bazen de dünya yerinden oynuyor/ gibi gözüküyor/ sonunda, uçan balon hep patlıyor.”