EDEBİYAT FELSEFE 

‘BULANTI’ / VAROLUŞ VE KAOS (3)

Varoluş felsefesi bir orta sınıf sorunsalıdır. Bu felsefe kendisinin gerçekleşmesi için hiç değilse okumuş-yazmış bireylere ihtiyaç duyar. Var olduğunun farkına varmak, var olmanın anlamı, nedenselliği üstüne düşünmek için de hiç değilse çeşitli okumalar yapmış olmak gerekir. Antoine Roquentin de, 25 Ocak 1932, pazartesi tarihli güncesinde, “Başıma bir şey geldi, artık kuşkum yok. Herhangi bir kesinlik ya da apaçıklık gibi değil, bir hastalık gibi belirdi bu. Sinsi sinsi, yavaş yavaş yerleşti; biraz tuhaf biraz tedirgin hissettim kendimi, o kadar. Bir kez yerine yerleşince orada kıpırdamadan kaldı. Hiçbir şeyim olmadığına, evhamlandığıma inandırdım kendimi. Oysa şimdi dal budak salmaya başladı. (…) Tarihçinin işinin, psikolojik analize zemin hazırlamak olduğunu sanmıyorum. Bizim meslekte ‘mevki hırsı’, ‘menfaat’ gibi genel adlar alan bütüncül duygularla uğraşılır yalnız. Yine de kendimi azıcık tanısaydım bundan yararlanmanın tam sırasıydı şimdi.” (Sartre, 2020: 17) diyerek kendisinin mesleği üzerine bilgiler vermektedir. Bu güncede mesleği üzerine konuşurken kendisinde oluşmaya başlayan değişimleri, daha doğru bir ifade ile daha önce farkında olmadığı varoluşu yavaş yavaş fark etmeye de başlar.

Sözgelimi, ellerimde bir değişiklik var. Pipomu ya da çatalımı tutuşum değişti. Belki de çatal elime yeni bir biçimde geliyor; bilmiyorum. Biraz önce, odama girmek üzereyken olduğum yerde kaldım; avcumda, kişiliği varmışçasına dikkatimi çeken soğuk bir nesnenin varlığını duydum. Avcumu açıp baktım: kapının tokmağını tutuyordum. Bu sabah kitaplıkta, Otodidakt, ‘Günaydın’ demek için yanıma geldiğinde, tanıyabilmem için yüzüne uzun uzun bakmam gerekti. Tanımadık bir yüzdü gördüğüm; bir yüz demek bile zor. Sonra elini, iri beyaz bir solucan gibi duydum avcumda. Hemen bıraktım; kolu külçe gibi düştü. Sokaklarda da. Ne idüğü belirsiz bir yığın gürültü sürüp gidiyor. Öyleyse, şu son haftalar içinde bir değişiklik ortaya çıktı. Ama nerde? Hiçbir şeye bağlanılamayan soyut bir değişme bu. Değişen ben miyim? Ben değilsem şu oda, şu kent, şu doğa; seçmek gerekir.” (Sartre, 2020: 17)

Roquentin kendisinde bir şeylerin değiştiğinin farkındadır, daha doğrusu bunu yeni yeni fark etmeye başlar. Bu uyanışın ne olduğunu henüz kestirememektedir. Bunu adlandırmaktan henüz uzaktır. Değişen kendisi midir, yoksa nesneler midir, bunu henüz bilmemektedir.

Oysa şimdi, çevremde, şurada masanın üzerinde duran bira bardağı gibi bir yığın nesne var. Gözüme çarpınca, ‘Yeter artık, bıktım’ demek geliyor içimden. Çok ileri gitmiş olduğumu iyice anlıyorum. Bana kalırsa yalnızlıkla uyuşmak kabil değil. Ama böyle düşünüyorum diye, her gece yatağımın altına baktığımı ya da gece yarısı kapımın ansızın açılmasını beklediğimi sanmayın. Ne var ki, yine de tedirginim; yarım saattir şu bira bardağına bakmaktan kaçınıyorum. Altına, üstüne, sağına soluna bakınıyorum ama onu görmek istemiyorum. Çevremdeki bekârlardan hiçbiri yardım edemez bana; iş işten geçti, onlara sığınamam artık. Bunu iyice biliyorum. Yanıma gelip, omuzuma dostça vurarak, şöyle diyebilirler bana: ‘Bu bira bardağının nesi var? Ötekilerin aynı. Kesme bir bardak, kulplu, üzerinde bel resmi bulunan markası ‘Spatenbrau’ da yazılı.’ Bunları ben de biliyorum. Ama başka bir şey olduğunu da biliyorum. Ufacık bir şey. Açıklayamıyorum onu. Hiç kimseye. İşte, yavaşça suyun dibine doğru, korkuya doğru kayıyorum. Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri arasında yalnızım. Bütün bu adamlar, vakitlerini dertleşmekle, aynı düşüncede olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar da önem veriyorlar! ‘Bakışı içe dönük, balıkgözlü, kimsenin kendisiyle uyuşamadığı adamlardan biri aralarına karışmayagörsün: suratları hemen değişir. Sekiz yaşındayken, Luxemburg Parkı’nda oynadığım sıralarda, böyle bir adam vardı; gelir, Auguste-Comte Sokağı’na bakan demir parmaklığa bitişik nöbetçi kulübesinde otururdu. Hiç konuşmaz, ara sıra bir bacağını uzatarak, ayağına. Korkuyla bakardı. Bekçinin, amcama söylediğine göre, eskiden öğretmen yardımcısıymış. Bir gün, akademi üyesi kılığına girip, sınıflarda karne notlarını okuduğu için emekliye ayırmışlar. Çok korkardık ondan, çünkü yalnız olduğunu sezerdik. Bir gün, Robert’e, ta uzaktan kollarını uzatarak gülümsemişti: çocukcağız nerdeyse bayılacaktı. Bizi asıl korkutan ne düşkün hali, ne de boynunda bulunan ve takma yakasının kenarına sürünüp duran urdu. Kafasından, yengeçsi düşüncelerin gelip geçtiğini duymamız korkutuyordu bizi. Nöbetçi kulübesi. Çemberlerimiz ve çalılar üzerine yengeçsi şeyler düşünebilmesi içimize yılgınlık salıyordu. Ben de mi böyle olacağım sonunda? Yalnızlık ilk olarak canımı sıkıyor. Başıma gelenleri, iş işten geçmeden, küçük çocukları korkutmaya başlamadan önce birisine açmak istiyorum. Anny’nin burada olmasını isterdim.” (Sartre, 2020: 24-25)

Nesnelere karşı duyduğu değişim hissi giderek Roquentin’i sarmaya başlamıştır. Artık o insanların gördüğünün ötesine dair bir hisle, görüntü ile düşünce ile donanmış gibidir. Bunları da kimseye anlatamamakta, kimsenin bu durumu anlamayacağına inanmaktadır. Bu sebepten yalnız olduğunu, en azından artık yalnız olmaya başladığını ifade eder. Burada Sartre toplumsala, yığınsal düşünce ve eylemlere takındığı tavrı da açıklamıştır. Sartre varoluşu birey merkezli gördüğünden kolektivizme inanmak şöyle dursun varoluşta ikinci bir şahsın iştirakine dahi karşı çıkar. Zaten toplumun kendi düzeni içerisinden sapmış ve toplumun kenarlarında gezenlere tavrını da bu pasajda anlatmıştır. Toplumlar kendi kaideleri dışına çıkanları ya kutsal ile eleştirip cezalandırmayı ya da onları dışarda tutmayı tercih eder. Toplumların bunu tercih etmesinin altında bu marjinal bireylerin geçmişten gelişip büyüyerek gelen yaşam biçimlerine ve inandıklarını sarsma tehlikesine karşı duydukları endişedir. Roquentin’in küçükken tanıdığı adam da düşünceleri ile korku duyuran bir bireydir. Aslında Roquentin o zamanlar toplumu, korku duyuran adam ise varoluşunu duyan bireyi sembolize etmektedir. Burada “felsefe diliyle söylenecek olursa, dünyanın olumsal (contingent) olduğu ve dünyaya duyum ve algı yoluyla değil de, düşünce ve mantık yoluyla bağlı bulunduğumuz şeklinde dile getirilebilir” (Murdoch, 1983: 14). Roquentin dünyayı düşünceler yolu ile algılamaya başlamış, var olanı idrak ederek varoluşa geçmiştir.

Bir an iki büklüm kaldım. Üzerinde şunlar yazılıydı: ‘Yazı ödevi: Ak baykuş’. Ellerim bomboş doğruldum. Artık özgür değilim, istediğimi yapamıyorum artık. Benim bildiğim, nesnelerin insana dokunmaması gerekir. Çünkü canlı değillerdir. Aralarında yaşar, onları kullanır, sonra yerlerine koyarız. Onlar sadece yararlıdırlar. Oysa bana dokunuyorlar. Çekilmez bir durum bu. Onlarla. Bağlantı kurmak korkutuyor beni. Sanki hepsi birer canlı hayvan. Şimdi anlıyorum. Geçen gün, deniz kıyısında, çakıl taşını elime aldığım zaman ne duyduğumu şimdi daha iyi hatırlıyorum. İçim bayılır gibi olmuştu. Ne tatsız şeydi bu! Bu duygunun, çakıl taşından geldiğinden; ondan ellerime geçtiğinden eminim. Evet, evet ta kendisi: ellerde duyulan bir çeşit bulantı bu.” (Sartre, 2020: 26)

Nesne artık keşfedilmiştir. Nesne algılanmış, nesne ile bağlantı kurulmuştur artık, üstelik bu bağ yalnızca onu kullanıp fayda sağlamak da değildir. Nesne her yerdedir. Nesne aslında her şeydir. Artık özgürlüğün olmadığı tek yer varoluştur. Ne yaparsa yapsın artık nesne ve kendisi vardır ve buna da zorunludur. Sebepsiz ve anlamsız da olsa sadece vardır. Bu varoluş Roquentin için bir bunalımdır.

İşler kötü, hem de çok kötü: pislik. Bulantı içimi doldurmuş. Bir yenilik var bu kez. Kahvede yakaladı beni. Bugüne kadar kahveler tek sığınağımdı. İnsanla dolup taştıkları, aydınlık oldukları için. Onları da kaybettim. Odamda, dört yanımdan çevrildiğim zaman, nereye gideceğimi bilemeyeceğim artık. (…) İşte o zaman bulantı beni yakaladı; banketin üzerine yığıldım. Nerde olduğumu bile bilmiyordum, çevremde renklerin ağır ağır döndüğünü görüyordum; kusmak geliyordu içimden. Böyle işte, o andan beri bulantı peşimi bırakmadı.” (Sartre, 2020: 37)

Nesneleri kavrayış, şeylerin bilinci artık Roquentin’i büsbütün sarmış, çevrelemiştir. Bundan kurtuluş yoktur. Kaçmak eylemi bu andan itibaren anlamını yitirmiş, boş bir kavramdır artık.

Kentin göbeğine, ana caddelerin ışık cümbüşüne, Palas Paramount’a, İmperial’e, büyük Jahan mağazalarına giden bulvar tam arkamda. Ama bunlar çekmiyor beni. Aperitif saati şimdi. Canlı varlıkları, köpekleri, insanları, kendi kendine hareket edebilen peltemsi kitleleri yeterince gördüm.” (Sartre, 2020: 45)

Roquentin ‘ışıklı caddelerin kendisini çekmediğini, canlı varlıkları, köpekleri, insanları’ yeterince gördüğünü söyleyerek artık kendilerine dair bir haz duymadığını, onlardan tiksinme sürecine girdiğine işaret eder. Varoluş felsefesinin bireysel özellikler taşıdığını daha önce ifade etmiştik. Burada da Sartre, Roquentin’e kendi içinde var olan tiksintiyi söyletir. Var olma sadece kendi başına yaşanan bir süreçtir. Bu sebepledir ki Roquentin de nesneleri keşfetme sürecinden varoluş sürecine doğru bir eğilim yaşamaktadır.

Bir şey, sona ermek için başlamıştır. Serüven uzamaya gelmez; ona anlam veren, ölümüdür yalnız. Bu ölüme, belki benim de sonum olan bu ölüme, sürüklenirim. Geriye dönmek elimden gelmez. Her an, ardından geleni getirmek için ortaya çıkar. Her an’a, bütün varlığımla sarılırım. Onun yerine, başkasının konulamayacağını, onun başkasına benzemediğini bilirim. Ama onu yitip gitmekten alıkoymak için bir şey de yapamam. Berlin’de ya da Londra’da iki gün önce rastladığım bir kadının koynunda geçirdiğim dakikanın, çılgınca sevdiğim dakikanın, neredeyse âşık olacağım kadınını da sona ereceğini bilirim. Birazdan, başka bir ülkeye gitmek üzere yola çıkacağım. Bu dakikayı da, bu kadını da bulamayacağım bir daha. Her saniyenin üzerine titrer, her birini emip bitirmek isterim. Hiçbir şey gözümden kaçmaz. Her şeyi unutulmaz bir biçimde yerleştiririm gönlüme. Ne o güzelim gözlerin kaçamak sevecenliğini, tatlılığını, ne sokağın gürültüsünü, ne de nerdeyse ışıyacak günün aldatıcı aydınlığını gözden kaçırırım. Ama dakikalar yine de, geçip gider. Durduramam onları. Geçip gitmelerinden hoşlanırım.” (Sartre, 2020: 63-64)

KAYNAKLAR:

– Sartre, J.P. (2020), ‘Bulantı’, Can Yayınları, Çev. Selahattin Hilav, 46. Baskı, İstanbul.

– Murdoch, Iris (1983), ‘Sartre’ın Yazarlığı ve Felsefesi’, Çev. Selahattin Hilav, Yazko Yayınları, İstanbul.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar