EDEBİYAT 

“HÂNA ZAHABI!”

Gitme uzak, yollarına kurban olurum/  Zemheride ben üstüne yorgan olurum

Göz çeperlerini çapak sarmış. Sanırsın ki ağlamış da zor sakinlemiş; öyle hüzünlü bakıyor. Gözünün tamamı neredeyse gözbebeğinden ibaret ve gözakı kıyılarda ince bir çizgi gibi kalmış. Kirpikleri çapakların kırıntılarına bulanmış, düzensiz, dağınık. Olsun, gözünün ışığı kusurları kapatıyor. Kulaklarını, etrafında dolanan sinekleri kovmak için durmadan ileriye-geriye, sağa-sola oynatıyor; kuyruğu da zaman zaman eşlik ediyor. Üzüm mevsiminde haşerat nüfusunda bir artış oluyor tabii ve ne hikmetse başka gidecek yerleri yokmuş gibi gelip bu hayvancığa musallat oluyorlar. Yılgın, yorgun ama yüksünmüyor, görev belletilen işini yapıyor. Kendirden örme dizgin uzun süreli sürtünmenin etkisiyle burnunun üzerini aşındırmış, kelleştirmiş. Dizginleri gevşek bırakıldığı için ataklarda bulunan sineklere karşı kafasını ani hareketlerle yana, karnına doğru atabiliyor. Sinirleniyor. Kafasını yukarıya kaldırıp sert nefesler vererek sinirlendiğini belli ediyor. Nafile, kurtuluş yok; yeni ataklar için sadece geri çekiliyorlar.

Sırtına vurulmuş semerin kılıfı telizden, eski bir semer. İyice yamulmuş, ezilmiş, formunu yitirmiş; bir iki yerinde yırtıklar oluşmuş, içindeki sap-saz karışımı malzeme görünür olmuş, dışarı fırlamış. Belli ki birkaç sefer tamir görmüş ama muntazam bir işçilik olmamış. Semere vurulan kolan, iyice kararmış, incelmiş. Buna karşın üzerine atılmış heybe çok gösterişli. Halı dokuma, desenleri göz alıcı. Eski bir heybe olmasına karşın gün ışığında şavkıyor. Kenarlarından siyaha çalan deri bir kontur geçiyor. Bu heybeyi görenin gözü kamaşır, o derece albenisi var. Bütün bu görüntü içerisinde, eşeğin genel durumu, semeri, kolanı ve üzerindeki adam da dikkate alındığında, heybe, tam bir karşıtlık oluşturuyor. Sanırsın ki diğer şeyler heybenin gösterişini ön plana çıkarmak için geri durmuşlar.

Üzerindeki yaşlı adamın hayatından bezmiş bir hali var. Kamburu çıkmış, başı önüne düşmüş. Giydiği gri renkli ceketin yakası kayış gibi yağ bağlamış. İçine yeşil-beyaz renkli bir gömlek ve koyu kahverengi bir süveter giymiş. Üşüyor, demek ki. Oysa havalar, sonbaharda olmamıza rağmen oldukça sıcak geçiyor. Başındaki koyu gri ve çizgili kumaştan kasketi yeni gibi; hafiften yana yatırılmış, hızlı gençlik zamanlarından kalma alışık olduğu afili bir hava vermiş. Yüzündeki bir-iki günlük sakalı, kırışıkları derinleşmiş, yer yer lekelenip kararmış cildinde pek bir belirsiz duruyor. Eski adamlara has bıyıkları yeni düzeltilmiş. Belli, bıyıklarına özeniyor. Yüzünde bilge bir hüzün geziniyor. Çok şey yaşamışlık, yürek bölgesine doğru meyil almış başına ağır gelmeye başlamış. Elleri zayıf ve damarları belirginleşmiş; derisi lekeli, parlak ve boydan boya kırışık. Eşeğinin dizginlerini gevşekçe tutan parmaklarında, avcunun kenarlarında nasırlar fark ediliyor.

Vakur bir duruşu var ve bu hal onu bir koruyucu hare gibi çepeçevre kuşatmış. Belli ki hayatının rutini değişmiş; eski hallerinden buralara savrulmuş.

* * *

Kapımıza geliyor ama kapımızı çalmıyor. Aşağıda avlunun dışında duruyor, ihtiyarlamış nefesi ile sesleniyor:

– Hâna zahabı!

Kimseyle yüz göz olmak istemediği için eşeğin üzerinden inmiyor. Başka bir şey de söylemiyor, anlaşılmayı umuyor. Ne demeye kapıya geldiği belli. Önünde atlatması lazım gelen koca bir kış var. Ne etmeli de zemheriden salimce çıkmalı? Belli, kendi halince çıkmanın mümkünü yok. Bir el atılmalı, usulünce yardım edilmeli. Usulca heybesine biraz peynirden katılmalı, biraz bulgurdan, olmazsa biraz ekmek belki. Birkaç öğünü atlatmaya yetsin; o da bir şeydir.

Hane sahibi duymadı belki seslenmesini, belki duymazdan geldi ya da umursamadı; olsun, o gönül koymaz, diğer kapıya geçer:

– Hâna zahabı!

Sesi bitkin çıkıyor. Sineklerin pervane olduğu eşeğinin heybesine giren her bir katık, ömrüne eklenen fazladan bir öğündür, belki. Kapısına geldiği hanenin sahibi gönlünden kopanı getirir, usulca heybeye bırakır. Onu bilen onu önemser ve aslında ondan utanır, kapısından boş göndermez. Bu yaşlanmış, çökmüş, yılmış ama vakur duruşunu muhafaza etmiş adam aslında kimdir?

* * *

Çocuklar sokağın sahibidir. Bu sokağa kim gelir, kim gider ilk onlar görür, ilk onlar bilir. Sokağın her bir kuytusunu, her bir gizini bilirler. Misal, Hasibe Teyzelerle Tayyar Amcaların evinin arka tarafında yavrulayan sarman kedinin beslenmesinden sorumludurlar. Yoksa o kedi beş tane yavruyu nasıl büyütür? Ahmet Abi’nin takla güvercinlerine ilişmeye niyet etmiş arsız kara kediden de haberdardırlar; çatıdadır yan gözleri. Arka sokaktaki çocuklar Cemil Amca’nın bahçe duvarının üzerinden süzülerek Zahide Teyze’nin bahçesine dalıp ayvalara dadanmasınlar diye içlerinden birini sırayla kontrol etmeye gönderirler. “Bizim sokağın bahçesine başka yerlerden gelip de musallat olmasınlar. Olacak iş var, olmayacak iş var!” İki gün önce kızının Kayseri’deki evine giden Veysel Emmi ile Fatma Teyze’nin evleri de emanettir çocuklara; gider gelir kontrol eder, kollarlar. Akıllarında Tufan’ın kaybettiği saat de vardır. Gözleri gittikleri her köşe bucakta onu arar. Bulsalar da babası fark etmeden yerine koysun diye yetiştirseler Tufan’a. Bu çocuklar ürkü veren yerleri de bilirler, ışıklı yerleri de; balkona çıktığında ılık yellerin esmesine sebep Nuran’ın evinin balkonunun sezdirmeden en güzel göründüğü kuytu yeri de. Büyücektir yaşça biraz ama önemi yoktur. Hem hayatın iç titreten güzellikleri yaşa bakar mıymış, hiç?

Ama bu çocuklar öte yandan öyle acımasız ve aslında öyle halden anlamazdırlar ki! Sinekli eşeğin üstündeki yılgın adam, “bu sokağa gelen, toplayan ve giden” biridir, o kadar. Sokağı sahiplenen bu çocukların nezdinde aynı zamanda peşinden koşulup eğlenilecek, bağır çağır kovalanacak bir adamdır. Öyledir, zira buraya ait olmayandır.

* * *

Heybe, eşeğin her yılgın ama alışık adımında sarkaçlı bir saatin şaşmaz ahengiyle sağa sola salınıyor; salındıkça üzerindeki desenleri, renkleri yalımlanıyor. Heybenin ışıltısını saçarak toplayan adam, ardı sıra bağır çağır koşturup eğlenen çocuklara aldırmadan sokaktan usulca çıkıyor, aradaki anayolu geçiyor ve devamındaki diğer sokağa giriyor. Bundan sonrası diğer sokağın çocuklarına ait. Her sokağın çocuklarının bir uğurlaması ve karşılaması oluyor. Tüm sokakların çocukları aynıdır. Orada da ilk evin kapısında duruyor, eşeğin üzerinde başı önüne düşmüş yine bitkin sesleniyor:

– Hâna zahabı!

Tam da o anda bir adam peyda oluyor sokağın başında. Yaşlı adamı fark ediyor, telaşlı bir acelecilikle ve acemice başındaki kasketini çıkarıp elleriyle göğüs hizasına getiriyor. Başını öne eğip selamlıyor ve birden yekinip eline sarılıyor öpmek için. Yaşlı adam kendinden beklenmeyen bir çeviklikle elini geri çekiyor. Duyulmuyor konuşmaları ama tahmin etmek güç değil. Hâl hatır soruyor, minnet duygusunu ifade ediyor. Vücut dilinden hürmetinin üst seviyede olduğu anlaşılıyor. Sonrasında, yine eğilip saygısını göstererek yana çekiliyor. Eşeğiyle uzaklaşırken ardından bakakalıyor. Şapkasını başına almak için kendince belirlediği bir mesafenin oluşmasını bekliyor; sonra dönüyor, kasketini başına geçiriyor. Ağırdan bir-iki adım atıp ardına dönüp bakıyor. Bir-iki adım daha atıp tekrar bakıyor. Sonra yürüyüp yoluna koyuluyor.

Adamın bu hürmeti çocukların kafasını çok kurcalıyor. Ne oluyordu böyle? Yoldaki adamın yekinip yerden selamladığı, saygısını abartı derecesinde gösterdiği bu yaşlı adam kimdi? Çok geçmeden kim olduğu anlaşılıyor ve o günden sonra eşekli adam bir isme, bir cisme bürünüyor.

Sonraki zamanlarda sokağa her girdiğinde, yanında sessizce eşlik etmeye başlıyor çocuklar. O aşağıdan “Hâna zahabı!” diye seslendiğinde çocuklardan biri koşturup sadakayı alıp getiriyor ve adamın gözünün içine bakarak heybesine kutsal bir emanetmiş gibi bırakıyor. Çocuklar seferber oluyorlar ve sokaktaki hiçbir kapıdan boş geçmesine izin vermiyorlar. Sonra, gözü çapak eşeğin üzerindeki yaşlı adamı diğer sokağın çocuklarına emanet ediyorlar!

* * *

Yıllar sonra radyodan dinlediğim bozlaklarda buldum o bitkin adamı. Onun, kendine ayrılan yeri kabullenmiş halini, ‘Garip’liğini bir nebze anladığımı düşündüm. Hayatımızın dış yüzeyini kaplayıp korumaya aldığımız sert kabuktan yoksundu; bunu tercih etmemişti. Şeffaf, ince ve esnek bir zar ona yetmiş; dokunduğumuzda içine çöken, daha doğrusu içine göçen bir hayatla yetinmişti.

Avşar Bozlağı ve ilk ondan dinlediğim Âşık Said’e ait ‘Gelin Teziklemesi’ benim nezdimde gösterişli heybesi salınan sinekli eşeğin üzerindeki, başı yüreğine eğilmiş adamın yılgın gidişidir. Abdal olmak, bir yanıyla hayatın özüne ermektir.

Onun deyişlerindeki doğa, şahsiyet ifadeleriyle bezeli bir güzellemeye dönüşür. İçine girebilir, koyaklarında gezinebilirsiniz; akan suyunda yunup ağacının gölgesinde soluklanabilirsiniz… Ocağında yanan tezeğiyle ısınıp sıcağı tüten ekmeğin kokusunu alabilirsiniz… O, gizil bir etkiyle bizi sezgilerimize yükler, getirip içinin sert dalgalarını yüklenen engin denizinin kıyısında bırakır.

Garip Abdal, ömrünün son evresinde, yürürken bir omzu yana düşen afili bir deyiş, acı yüklü bir bozlak gibiydi. Belki başında altın tacı eksik kaldı; ama belli ki gönül tacına erdi.

Başımda altın tacım/ Hem susuzum hem acım/ Yârimi bana verin/ Gerisi anam bacım/ Gidiyom elinizden/ Kurtulam dilinizden/ Yeşilbaş ördek olsam/ Su içmem gölünüzden.” – Muharrem Ertaş (1913 / 3 Aralık 1984)

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar