EDEBİYAT YAŞAM 

KIŞ, ANILAR, BİR ÖYKÜ, BAŞKA PENCEREDEN…

Kasım da bitti… Kış başladı işte. Günlerin kısaldığını, erken kararan havadan anlıyorum. Sitenin çocukları bile artık oyun alanına çıkmıyorlar. İçe, daha içe dönme zamanı şimdi…

Geçenlerde pencere ile ilgili bir yazı okudum, sevdiğim bir kalemden, Feyza Hepçilingirler’den. Pencerenin dışa açılan yanımız olmasından, evdeyken bile dış dünyaya karışmayı sağlamasından söz ediyordu yazar; yoldan geçenleri seyrederken onlarla ilgili hikâyeler kurduğundan sonra… Bu duygudaşlığı ben yıllar yıllar önce Pınar Kür’ün ‘Taksim-Maçka’ öyküsünü okurken yaşamıştım en son.

Öyküde, birbirine âşık yeni evli bir çiftin her sabah işe giderken kestirme olsun diye geçtikleri parkta karşılaştıkları bir kadın hakkında kendilerince kurdukları hikâye anlatılıyordu. Her sabah aynı saatte karşılaştıkları kadının, hiçbir dikkat çekici özelliği olmamasına rağmen, çiftin ilgi alanına girmesinin sebebi sadece aynı yolu ters yönlere doğru kat etmeleri olur başlangıçta. Zamanla her gün karşılaştıkları ve hikâye uydurmaya başladıkları bu kadına bir ad vermeye çalışırlar: Sevtap, Türkan, Müjgân… Hiçbirini ona çok yakıştıramazlar. Sonunda Vildan adında karar kılarlar. “Vildan” adını yakıştırdıktan sonra da onu daha fazla gözlemlemeye, yürüyüşünden, giyim kuşamından, ona bir hayat kurgulamaya başlarlar. Haftanın günlerine göre belirlediği kıyafetleri olduğunu fark ettikleri “Vildan” artık onların açıktan açığa izledikleri, kendi deyimlerince evlat edindikleri “Vildan kızımız”dır. Teşvikiye’nin arka sokaklarında tek tük kalmış, büyük binaların arasına sıkışmış iki katlı bir evde Nerimanım Teyze ve Hulusi Bey Amca’nın kızı olmalıdır “Vildan” onlara göre. Küçüklüğünde babası tarafından şımartılmış, o ölünce anasıyla aynı eve kapanmış geçkin bir kızdır Vildan. Sonraki günler, haftalar boyunca da bu hikâyeye, yeni yeni ayrıntılar eklerler.

‘Pencere’ yazısını okuyunca Feyza Hepçilingirler’in hemen Pınar Kür’ün öykü kitabını çıkarttım raftan. ‘Bir Deli Ağaç’ta yer alıyor bu öykü. Kitabın birinci baskısı Yazko’dan çıkmış. Bendeki Can Yayınları’ndan çıkan altıncı baskı. 1993’te alıp okumuştum. Pınar Kür, 1994 Mayıs’ında Bahar Şenlikleri’nde üniversitedeki söyleşisinden sonra imzalamıştı. İnce uçlu dolmakalemle lacivert bir yazı, “En iyi dileklerimle”… Tarih ise 12 Mayıs 1994. Kızımın varlığını yeni öğrenmişiz, minicik bir dirim içimde, ekrandaki yanıp sönen kalp atışı…

Altı yıl önce Adana’nın çok işlek bir caddesinin üzerinde eski bir apartmanın birinci katında oturuyordum. Kızım üç yaşındaydı o binaya taşındığımızda. Orada edindi ilk arkadaşını. Orada okula başladı. Okumayı söktü, kalem tuttu eli, ilk öyküsünü orada yazdı, gülümseyen yüzlerimizden beğenilmediği çıkarımında bulunup yazmaktan vazgeçti. Oysa onun her yaptığına hayrandık, o zaman anlamıyordu bunu. Sonra üniversite için Ankara’ya gidip o evde ayrıldı Adana’dan. Hep misafir oldu ondan sonra, kendini Adanalı saysa da, Adana’yı çok sevse de.

Annem bizimle yaşıyordu. Balkona uzanan ağacın dallarının esintileri arasında oturup kızımın servisten ineceği saati beklerdi hep. O evde hastalığına teşhis kondu annemin, orada kaybettik onu.

Hayatımızın bütün önemli aşamalarını o evde yaşadık. Zorlu süreçlerden geçtik. Çok büyük mutluluklar da yaşadık, derin acılar da… Büyük haksızlıklara uğradık, teslim edildi hakkımız geç de olsa. Geciken adalet, hakkın teslim edilme duygusunu çok yaşatmadı. Yine de hakkın teslimi, teslim edilmemesinden iyiydi.

Her bunaldığımda pencerenin önüne geçerdim o evde. Ben de hikâyeler kurardım gelip geçenlerle ilgili. ‘Taksim-Maçka’yı okumadan önce de, onu okuduktan sonra yalnız olmadığımı bilerek de. Bir arkadaşım vardı, “Seni hiç olmayan kız kardeşim gibi seviyorum” diyen, hikâyeler yazan. Kendi hayatındaki ona acı veren şeyleri değil de gözlemlediği, insanların kurguladığı ya da belki de bildiği hikâyelerini yazan. Kendi hikâyesini yazmak daha zor olduğundandır belki. Bu kenti terk etti sonra, “uzaklıklar ve zamanla sınırlı olmayan bir dostluk olduğunu düşünüyordum” o zamanlar. Her zaman ‘Martı’yı okuyanların o sözlere sadık kalmadığını, kalamadığını öğrendim. Denize bakan başka bir kentte yazıyordur kim bilir kimlerin hikâyelerini artık.

Dükkânlara girip çıkanlar, hızlı hızlı yürüyenler, aheste rahat salınanlar, bankanın önünde uzayan kuyruklar ayın belirli zamanlarında… Kentin birçok semtine sefer yapan otobüsler, dolmuşlar –Adana’da böyledir çünkü, bütün toplu taşıma araçları belli caddelerden mutlaka geçer– ve tabii özel araçlar… Sürekli ses, sürekli sıkışık bir trafik…

Hayat akardı. Hayat devam ederdi. Hayat benim için ne zaman durma noktasına gelse, duraksasa da o caddede durmazdı.

O pencerenin önü beni dipsiz kuyulardan, karabasanlardan, nedenli nedensiz iç sıkıntılarından çok kurtarmıştır.

Şimdi?

Şimdi artık o apartmanda değiliz. Bambaşka bir yer, başka mahalle, başka koşullar… Bir kere üst katlardayım, sokağa yakın değilim artık. Başka bir pencereden bakıyorum artık iç sıkıntıları yaşadığımda. Bu, insansız bir pencere.

Uzaktan kentin doğusunun silueti yansıyor sabahın erken saatlerinde. Ufukta, nemsiz havalarda, kalemle çizilmiş dağ sırası var. Onların önünde kent başlıyor. İki büyük ve ünlü otelinin yükseltileri, sonra başka yüksek binalar… Oralarda bir yerlerden Seyhan akıyor.

Bunlar da güzel, bunlar da başka türlü teselli ediyor beni. Ama o geçmiş pencereyi çok özlüyorum. Özlediğim o pencere mi, o yıllar mı; o yıllardaki ne olursa olsun, her şey ne kadar kötüye giderse gitsin ileride her şeyin güzel olacağına inancım mı? Bilmiyorum. Belki hepsi.

Sonbahar bitti. Ve bizi çok zor bir kış bekliyor. Sevdiğimiz insanların ölüm haberlerini aldığımız günlerden geçiyoruz. Belli ki daha da zor zamanlardan geçeceğiz. Aylardır evlerde, aylardır arkadaş gruplarından uzak yaşadık. Tenhalaştık…

Gitgide içe, daha içe, daha da içe dönüyoruz.

Kış da geçer… Neler geçmiyor ki…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar