YAĞMUR KAÇAĞI
-MERSİN-
Cama vuran yağmur tanelerinin sesiyle uyandım o sabah.
Saat 06.30.
Aralık.
Yıl 1996.
Babam, her zamanki gibi erkenci…
Odun sobasını yakmış.
Çayı demlemiş.
Televizyonu açmış.
Kanepenin ucuna oturmuş, haber bültenini dinliyor.
Ceketim dizlerinin üzerinde.
Elinde iğne iplik… Dün akşam kopan düğmemi dikmiş.
Yer sofrasında biraz zeytin, biraz peynir, tahin, pekmez, sobanın üzerinde ısıtılmış bayat ekmek…
* * *
Odadan çıkıp mutfağa girdim, balkon kapısını aralayıp baktım sokağımıza.
Issız ve karanlık…
Karanlıkta, yağmur altında acelesiz yürüyen, gocuklarının yakasını kafalarına kadar çekmiş işçiler. Fabrikalardan mı gelirler, fabrikalara mı giderler?
Neden korkmazlar ıslanmaktan?
Neden sicim gibi yağmur altında acelesiz yürürler?
* * *
İşsiz güçsüz bir adam olasım tuttu o an.
İşim yok gerçi o zaman.
Ama öğrenciyim lisede. Ders zili 08.00’da çalar, 07.55’te okulun bahçesinde olmak lazım en geç.
07.10 otobüsüne binersen 07.50’de Pozcu’ya varırsın. İndiğin durağa göre ya Dikenliyol’dan ya Alanya Sokağı’ndan yukarı doğru vurdun mu 10 dakika içinde okulun kapısındasın.
Müdür bey biraz aksi, kızıyor geç gelmelere, ille de herkes sabah içtimasında hazır olacak ama “Otobüsün hızı bu, hocam” deyip geçersin sınıfına.
* * *
Evden çıktım.
Üzerimde yeşil bir parka…
Ayağımda belki 5 yıllık, kim bilir hangi arkadaşın eskisi bir bot.
Bir kitabım, bir defterim var elimde, ondan gayri de okul eşyam yok.
İndim sokağın sular seller biriktirmiş yerlerinden ayaklarımı ıslata ıslata.
Yakaladım otobüsü.
Otobüste sabah mahmuru yüzler, hepsi tanıdık. Bilirim kim hangi durakta inecek, kim nerede çalışır, kim geveze, kim suskun, kim akşamdan kalma – şarap kokar, kim günün ilk sigarasının kokusunu taşır gocuğunda, kimin eli makine yağı kokar, kim Kuran hatmeder yol boyunca…
* * *
Pozcu’da indim otobüsten.
Dikenliyol’a girdim, yürüdüm ağır adımlarla yağmur altında.
Yağmurda acelesiz yürüyen o işçiler gibi yürüdüm.
Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm…
Okula doğru değil, hiçbir tanıdığın olmadığı sokaklara doğru yürüdüm, hiçbir tanıdığın olmadığı sokaklarda dolaştım.
Islak kaldırımlarda, alçak duvarlarda oturdum.
Başımı uzattım, evlerin bahçesine baktım bir adam boyu duvarların üzerinden.
Kedileri kovaladım.
Bir sokak arasında, sandık diplerinde unutulmuş eşyalar gibi duran kahvehanede çay içtim vardiyaya çoktan başlamış, mola vermiş çöpçülerin sohbetini dinleyerek.
Manav tezgâhlarında meyvelere baktım. Alıcı gibi fiyatlar sordum.
Çocuk parklarında oturdum…
Öğlene doğru, yağmur dinerken sahile indim, sahilden geze geze şehir merkezine geldim, Atatürk Caddesi’nin kalabalığına karıştım…
* * *
O gün, hiçbir şey olmamış gibi, sabah yağmurunun büyüsüne kapılıp okulu kıran, yağmurun altında saatlerce dolaşan ben değilmişim gibi, her gün okul dönüşünde bindiğim 15.30 otobüsüne binip mahalleye çıktım.
Eve varınca odun sobasının yanına minder attım, annem televizyonda bir Türk filmini izlerken, yağmur damlaları aceleci bir çocuk gibi penceremizi döverken sabahın yorgunluğuyla, kendim için kendimden birkaç saat çalmış olmanın huzuru ve acaba evdekiler anladılar mı telaşıyla tatlı bir uykuya daldım.