MİZAH, GERÇEKÇİLİK VE GUSTAVE COURBET
-ANKARA-
Günlerdir düşünüyorum: Neden mizah yok son yıllarda? Neden, gülmeyi hatırlayacağımız küçücük bir kıvılcım dahi yok? Özellikle de toplumsal mizah için gerçeğin özgür bir düşünceyle, özgür bir ifadeyle ve mizah sanatının ustalıklı ve zekice üslubuyla aktarılması son derece önemli diye düşünüyorum. Belki de mizah, kendisini oluşturan pek çok bileşen arasında, zekâ dışında, aslında en çok ihtiyaç duyduğu şeye, özgürlüğe sahip değil artık. İlhamını gerçeklikten alan ve var olan gerçeklik üzerinde yükselen mizah, gerçeklerin özgürce dillendirilemediği bir yerde nereden, nasıl beslenir ve kendisini ortaya nasıl koyabilir ki? Derdini, anlatmak istediğini nasıl anlatabilir ki? Bu nedenle de, sanatta gerçeklik her bağlamda çok önemlidir.
Sanatta gerçeklik denince benim aklıma ilk gelenlerden biri Gustave Courbet’dir. Bu yazımda neredeyse büyük bir çoğunluğun sanal bir dünyada yaşadığı, çarpıtılmış, kendi gerçeğinden koparılarak bambaşka bir forma sokulmuş her şeyi gerçek-“miş” gibi algıladığı bir yaşam düzeni içinde, 19’uncu yüzyılın ikinci yarısına damga vuran ve devrim yaratan bu önemli sanatçıyı, Gustave Courbet’yi ve onun sanatçı duruşunu anmak istedim.
Avrupa’da 18 ve 19’uncu yüzyıllara damgasını vuran yeni keşifler, buluşlar, düşünsel ve bilimsel gelişmeler; köylerden kentlere göçler ve bu sürecin doğurduğu yeni yaşam biçimleri, üretim biçimleri, burjuva ve işçi sınıfının doğuşu ve gelişimi, sınıfsal ekonomik mesafeler vs. sanatta da karşılığını bulur. 19’uncu yüzyılın ortalarına doğru “Beni sosyalist ressam olarak adlandırıyorlar. Bu sıfatı memnuniyetle kabul ediyorum. Ben sadece bir sosyalist değilim; aynı zamanda bir demokrat ve bir cumhuriyetçiyim. Kısacası tüm devrimin bir partizanı ve hepsinin üzerinde bir realistim.” diyen Courbet, çağının çarpıklıkları ve görmezden gelinenlerine karşı sanatını nasıl ortaya koyduğunun ve koyacağının mesajını vermiştir. İsyanını hem politik duruşu hem de sanatçı duruşuyla ortaya koyan Courbet, aynı zamanda dönemin akademik sanatının katı kuralcı, idealist anlayışının karşısında olduğunu da ifade etmiştir. Ne çok hasret kaldık gerçeği savunan ve gerçeğin yanında duranlara. Tabii, burada gerçeğin kavramsal olarak ne olduğunu tartışacak değilim, bu belki beni veya sözcüklerimi biraz aşar; ama “Ben hiç melek görmedim ki çizeyim.” diyen Courbet’nin de bahsettiği gerçeklik görünen, yaşanan, somut gerçeklerden oluşuyordu zaten.
Gustave Courbet, kendisinden sonra gelen 20’nci yüzyıl Batı sanatının, kalıpları ve sınırları aşan temsilcilerinin çabaları ve üretimleri için kapıları aralayan ve ilham veren bir usta sanatçıdır aslında. Neoklasizmin, onu takip eden romantizmin ve aslında Rönesans’tan bu yana gelen resim sanatı konularının çok dışında, tüm çıplaklığıyla gerçeği resmetmeyi seçmiştir. Çirkin veya güzel… Bu hiç önemli değildir. Gerçek olan gerçektir ve neyse odur. Gustave Courbet, realizmin/gerçekçiliğin öncüsü, kurucusu, ‘Gerçekçilik Manifestosu’nun yazarı olmasının ötesinde, o güne değin gelen ve sınırları, çerçevesi, konuları belli olan bir estetik anlayışın ve tekniğin dışına çıkarak hem kendi zamanı için devrimci bir duruş sergilemiş hem de 19’uncu yüzyıl sonlarından itibaren Akademi ve Salon dışı pek çok farklı sanat akımının ve 20’nci yüzyıl modern sanatının ilham kaynağı olmuştur. Courbet, Rönesans’tan itibaren ideal olanı resmeden anlayışın karşısında, çağının ve yaşadığı toplumun sıradan, sade insanlarını; onların hayatlarını, acılarını olanca gerçekliğiyle resmederek toplumun ekonomik ve sosyal olarak en alt kesiminin sıkıntılarına ve var olma mücadelelerine ışık tutmuş, onların görmezden gelinen yaşamlarını gözler önüne sermiştir.
1849 tarihli ‘Taş Kırıcılar’ isimli eserinde yırtık kıyafetleri ve eskimiş ayakkabılarıyla, zorlu doğa şartlarında yorgun ve gergin bir ifadeyle çalışan iki taş işçisini tüm gerçekliğiyle ortaya koymuştur. 1945 yılında Dresden bombardımanında imha olan bu eseri, sanat tarihi için büyük bir kayıptır. 1850 tarihli ‘Ornans’ta Bir Cenaze Töreni’ isimli eseri ise sanatsal özelliklerinin yanı sıra, “Romantizmin mezarıdır.” dediği de bir eseridir. Çünkü gerçekçi (realist) resmin tüm özellikleri; yani Courbet’nin savunduğu, göstermek istediği tüm değerler bu tabloda yer alır. Güzel, ideal olan değil; gerçek insanlar, gerçek ifadeler ve acılar; gerçek bir cenaze töreni… Üstelik alışılmadık bir şekilde sıradan insanların, kasaba halkının yer aldığı devasa büyüklükte bir tablo. Bu iki tablo Courbet’nin sanat ve sanatçı çizgisini ve hayatının bir kesitini gözler önüne sermesi bakımından olduğu kadar; sanat tarihi için realizmin resim sanatındaki önemli eserleri olmaları bakımından da çok önemli iki örnektir. Courbet bu iki eserde farklı sınıftan insanlara, onların hayatına, dramlarına yer vermiştir. 1855 yılına tarihlenen ‘Sanatçının Atölyesi: Gerçek Bir Alegori’ isimli dev boyutlu eserinde ise yine Paris sokaklarında sıklıkla karşılaşılabilen, hayatın içinden çok sıradan insanları ve yanı sıra kendisini, sanatçı ve bohem arkadaşlarını çizmiştir. Bu eser Akademi’nin ve Salon’un kurallarının ve çerçevesinin çok dışındadır. Büyük yankı uyandırır. Courbet, bu üç eseri de dâhil olmak üzere Salon’a kabul edilmeyen eserleriyle 1855 yılında Paris Dünya Fuarı’na alternatif olarak düzenlediği Gerçekçilik Pavyonu’yla, Salon’un ve Akademi’nin dayatmalarına ve beğenilerine karşı tutumunu tam olarak ifade etmiş; bağımsız bir sanatçı tavrı göstermiştir. Courbet, yaşadığı çağın yeni ekonomik ve sosyal gücü olan burjuva sınıfının sanatı egemenliği altına almasına karşı durmuş, sanatında ve hayatında ilke olarak benimsediği değerler nedeniyle 1871 Paris Komünü’nde devrimcilerin saflarında yer almış ve sanat işlerinden sorumlu olarak Paris Komünü’nün Sanat Birliği Başkanlığına seçilmiştir.
Mizahla başladığım yazımın akışı, beni bile şaşırtacak denli farklı bir yol izledi demek isterdim. Ama demeyeceğim. Şunu diyebilirim belki: Sanat pek çok tanımının yanı sıra, zamanını aşan ve tüm zamanlarda anlam ve değer kazanan bir eserse sanat oluyor.
Dolayısıyla bu eserin yaratıcısı da gerçek bir sanatçı kimliğine bürünüyor. Gustave Courbet, kişisel olarak tavrının, tutumunun ve sanatçı kişiliğinin yanında çağına ve yaşadığı mekâna ait ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal olay ve olguları olanca çıplaklığıyla, olduğu gibi ortaya koymakla kalmamış, bunu tam da bir sanatçı yaratıcılığı ve üslubuyla gerçekleşmiştir. Aklıma geliyor şimdi; bugün bir Courbet çıksaydı toplumumuzdan, büyük bir cesaretle neyi resmederdi, nasıl resmederdi? Bugün, gücünü gerçeklikten alan mizah gibi, içinde yaşadığımız gerçekliği yansıtan sanatın da enerjisi azalmış gibi görünüyor. Yani hayatımızda mizah olmayınca, gülmeyi unuttururlarsa insana, neyi resmederseniz resmedin kaygılı, endişeli, yorgun, umutsuz mu olur acaba ifadeler?
Not: Ana görsel, Gustave Courbet’nin ‘Sanatçının Atölyesi: Gerçek Bir Alegori’ isimli eserine ait.