POLİTİKA 

KARANLIKTAN ÇIKMAK

Her şey ve her yer büyük bir sessizlik içinde, olsa olsa tatlı bir rüyanın bedeni ve zihni teslim almış olabileceği zifiri bir karanlığa teslim olmuştu. “Yanlış trene bindiğinizde ilk istasyonda inmeye çalışın; çünkü mesafe ne kadar artarsa dönüş maliyeti de o kadar artar” demiş Dostoyevski. “Bu zifiri karanlıkta ne kadar uzun süre kalınırsa, aydınlığa kavuşma ihtimali de o kadar azalacak” diye düşünüyorum gizli gizli. Karanlığın içinde yön duygusu yok, ufacık bir ışık huzmesi de olmadığına göre, özlenen ışığa yönelebilmek için rehberlik edecek bir dayanak da yok. O halde önce kendine inan! Dayanak sen ol. Ellerimle yokluyorum her yanı; korkak adımlarım, karanlıkta omuz hizama kadar öne doğru uzattığım titrek kollarıma eşlik ediyor huzursuzca. Kalbim boğazımda atıyor; hatta ayaklarımda ve kollarımda da atıyor galiba. Çocukken oynadığımız “körebe” oyunu geliyor aklıma, kendi kendime “Bu oyunu hiç sevmemiştim zaten” diyorum. Keşke biraz sevseymişim… Kollarımdaki titreme bacaklarımı da sarıyor; onlar daha çok titredikçe kollarım aşağı yukarı inip kalkmaya başlıyor, dengemi kaybediyorum. Ama hayır! Işığa kavuşulacak, aydınlıkla buluşulacak. Adımlarımı öne doğru korkakça atmaya devam ederken kollarımı iki yana uzatarak daha geniş bir alanı kontrol edebileceğim düşüncesiyle, kendime karanlık içinde ilerlemenin daha güvenli yollarını arıyorum. Korku da insana dair, korkmaktan korkmamak gerekiyor. “İnsan sürekli öğreniyor, keşfediyor” diye düşünüyorum, bunca telaşımın arasında. Bir an “Keşke Erlik veya onun oğullarından birisi çıkıverse şuracığa” diyorum, kendi kendime. Karanlıkların efendisi “Erlik”. Karanlığın kucağına bıraktığımız ölülerimizin efendisi “Erlik”. Bu kadar karanlık bir yerde olduğuma göre, yerin altında bir yerlerde olma ihtimalim oldukça yüksek, o halde Erlik’le karşılaşma ihtimalim de yüksek. Oldum olası severdim ben onu, körebeyi sevmedim; ama Erlik… Yerin altındaki tahtında otururken duyuyor mudur acaba benim sesimi ve korkudan titreyen adımlarımı? Birden, bu kömür karası yerde aklıma geliverdi, kırk dört yaşında Erlik’in kucağına bıraktığımız babam. İrkiliverdim… Evet, evet… Her zaman gülümseyen gözleri ve ifadesiyle, bazen acıyla kıvranan bedeniyle, esprileriyle ve en önemlisi 1980 yılının baharında, bir gece karanlığında, yedi yıl gibi kısa bir süre sonra arkasından kendisinin de gideceğini bilmediği kitaplarını toprağın altına ve belki de Erlik’in kolayca ulaşabileceği bir yerlere gömerken hatırladım babamı. Henüz tam olarak neler olduğunu anlayamadığım; ama huzursuz telaşlardan, sır gibi saklanan isimlerden, kaçanlardan, saklananlardan ve henüz bir çocuk için çok garip gelen pek çok olaydan anlıyordum ki “karanlık” bir gizlilik hüküm sürmeliydi yaşantılara. İnsanın aklına olmadık şeyler geliveriyor; eşimin bir trafik kazasında, babam yaşlarında kaybettiği babası da buralarda olmalı… Belki Hrant, Berfin, Metin, Ali İsmail… Katledilen binlerce kadın, çocuk, hayvan… Belki… Belki de hepsi birden yolumuza ışık olacakları günü bekliyorlardı sessiz bir heyecan içinde.

Uzun uzun düşünmüşüm galiba… Karanlık, insanı hareketsiz kılıyor; düşüncelerinizde, davranış ve hareketlerinizde iyi veya kötü değil ama alışılmışın dışında bir akış oluyor; hareket etmenizi engelliyor; doğruyu yanlışı karıştırıyorsunuz; bu nedenle karanlıktan kurtulmayı istediğinizde, isteğiniz ölçüsünde karanlığın içinde bir ışık olabiliyorsunuz. Bu karanlığın içinde düşüncelerimde yeniden hayat bulan babam ve onun hayata, insana, özgürlüğe, demokrasiye, eşitliğe, kendi ayaklarının üzerinde durabilme ilkesine olan inancı güç verdi bana. Karanlıktan kurtulma isteği, sonu olmayan bir nefes çekmişim gibi doldu göğsüme. Beni aydınlığa taşıyacak, karanlıktan kurtaracak olan cılız bir ışık oldu bedenim, onu takip etme gücü buldum. Düşünsenize, aynı karanlığın içinde, karanlığın başka köşelerinde tıpkı benim gibi, sizin gibi, hepimiz gibi başkalarının da var olduğunu… Bu duygu ve düşüncenin verdiği güçle, ışıkla, dev bir örümceğin örmüş olduğu dev bir ağı yırtarcasına yırttım karanlığı. Kaç adım attım, bilmiyorum. Adımlarım ne kadar ürkekti, bilmiyorum. Kollarım titriyor muydu, bilmiyorum; ama kömür gibi bir karanlıktan çıkıp her şeyin daha seçilebilir olduğu bir yerlere gelmiştim, bunu biliyorum. Her yer toz içindeydi, biliyorum. Çünkü burnum, genzim, ciğerlerim toz kokusuyla dolmuştu. Sanki bir yerlerden çok tanıdık sesler geliyordu kulağıma, tozların içinden. Kahkaha sesleri, ağlama sesleri, çığlıklar, ambulans sireni, müzik sesleri, bir çocuğun ilk feryadı… Tanrım! Ne çok ses vardı. Tüm sesler tanıdıktı. Her biri hafızamı parçalıyor, bölüyor ve genzime kadar dolan toz kokusuna bu seslerle birlikte tanıdık nahoş veya hoş kokular da eşlik etmeye başlıyordu. Bir anda, bulunduğum bu yerde, tozların içinde tüm duvarlarda kimi silik, kimi daha az silik, sayamayacağım kadar çok resim ve fotoğraf fark ettim. Belli belirsizdiler. Binlerce yıl öncesinin duvarlarını süsleyen resim sanatının en güzel örnekleri gibiydiler. Tüm resimler bana aitti… Hayatımın her döneminden karelerdi; sanki birileri ben yaşarken bu anları usulcacık, keskin bir makasla kesmiş ve buraya, şu zifiri karanlığın hemen dışına, ustaca yapıştırmıştı. Kulağıma gelen sesler, genzime kadar dolan kokular… Hepsi bu tozların arasındaki silik, belli belirsiz resimlerden geliyorlardı. Daha iyi görebilmek için gözlerimi kocaman açtım, neredeyse iki kat büyümüş olabilirler; ama nafile… Her biri sadece görebildiğim kadardı, göründüğü kadardı; daha fazlası değildi. Karanlıktan çıkabilmek için verdiğim mücadelenin bir benzerini, bütün bu resimleri kulaklarımda bıraktıkları seslerle ve burnumdan göğsüme inen kokularıyla yeniden keşfetmek için verecektim belki de; aklıma yeniden, aydınlığa doğru gitmek gerektiği gelmeseydi. İnsan önce kendisinin tutsağı olmakla başlıyor karanlıkta kalmaya alışmaya. Kendisine tutsak, yanındakine tutsak, anılara tutsak, geleneklere tutsak, inançlara tutsak, dayatılanlara tutsak, öğretilere tutsak… Her biri bir tutsaklık halkası ve birbirine eklenerek kocaman bir karanlık çember yapılıyor, içinden çıkamadığımız. Kendimi bir an önce gerçekten aydınlığa çıkarmalıyım. Günü geldiğinde bir an bile daha fazla duramayarak, doğum kanalının karanlığı içinden korku içinde geçip korkusunu kocaman bir acı feryatla taçlandıran bebeğin zamanını yaşamalıyım. Hepimiz bu zamanı yaşamalıyız. O halde diyorum kendi kendime, yol daha uzun, yolunun sonu aydınlık olsun. Aydınlığa, özgürlüğe kavuşmak için mücadele verirken silik ve soluk da olsa sese, kokuya, görüntüye bürünen binlerce anı içinden bana güç veren babam ve onun da büyüklerinin deyimiyle, kısacası bizimkilerin deyişiyle, aydınlığa kavuşabilmek için verilen her türlü mücadelede “Hızır yoldaşım olsun, yoldaşınız olsun”.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar