EDEBİYAT 

GÜZİN ÖZTÜRK’ÜN KALEMİNDEN BİR GÖÇ HİKÂYESİ / ‘KUŞ OLSAM EVİME UÇSAM’

… siz şimdi benim hangi tür / hüzünlere ne ad verdiğimi / nereden bileceksiniz? / tedirgin ve kömür / olmuş sesler duyarsınız ama / bu bir şeyi anlatmaz ki!” – Hilmi Yavuz, ‘Mühür

Bahar geliyor, cancağızım, dalların uç yaprakları tomurcuklandı. Kentin sokaklarında bahar dalları sarkıyor başımızın üstüne. Havada bir tazelenme kokusu… Bu mevsim, bizim için, “portakal çiçeği ilkyaz”dı hani, sevdiğim…

Bahar geliyor…

Aylar aylar önceydi. Deprem olmamıştı, bunca hayat bölgemizde parçalanmamıştı daha, bir dizi okuma içindeydik göç edebiyatı üzerine. Yazın çocuk edebiyatı üzerine okurken karşıma çıkan kitaplar yönlendirmişti biraz da beni. Sense göç olgusuyla ilgili hazırlanan bir kitaba bölüm yazıyordun. En az yirmi beş, otuz roman okumuştun o süreçte. Göç olgusu her yaştan insanı etkiliyor kuşkusuz ama çocukların dünyasına nasıl yansıyor, onu da dikkate almak gerekiyordu. ‘Kuş Olsam Evime Uçsam’ı da o dönemlerde bir dizi kitapla birlikte almış, okumuştum. Sonra yazarım diye ileriki bir zamana ötelenmişti yazı.

Güzin Öztürk, bir avukat. Yazı yaşamına nasıl başladığını anlattığı bir kaynakta hayal kurmayı seven bir çocuk olduğundan, bir gün arkadaşlarıyla parkta oynarken bütün oyunlardan sıkıldıklarında onlara bir hikâye uydurup anlattığından söz ediyor yazar. Arkadaşlarının uydurduğu hikâyeye inanmalarının, hikâyesindeki evin altındaki tünelden onunla birlikte geçerek Çin’e yaptığı seyahate eşlik etmek istemelerinin onu etkilediğini anlatıyor. Lise yıllarında şiirler ve düzyazılar kaleme alıyor. Üniversite yılları ve çalışma hayatı boyunca da yazma isteğini ve çabasını kaybetmediyse de bunları yayımlamayı düşünmüyor. Anne olduktan sonra özellikle çocuklar için yazma isteği doğuyor. Oğlunun arkadaşlarından birinin annesi aracılığıyla Nevzat Süer Sezgin’in yazı atölyesine katılıyor.

Güzin Öztürk, bu atölyedeki ilk öyküsü Nevzat Süer Sezgin tarafından beğenilince atölyeye devam eder. Bu süre içinde yazdığı öykülerden birini hocasının önerisiyle romana dönüştürür ve Tudem’in yarışmasına gönderir. Bu roman, ‘Kuş Olsam Evime Uçsam’, 2015’te Tudem Edebiyat Ödülü’nde birincilik alır. (*)

Güzin Öztürk çocuk edebiyatının parmağını sallar gibi değil ama mutlaka bir mesajı olması gerektiğinden söz ediyor. Edebi kaygısı olmayan bir eseri çocukların sevemeyeceğini söylüyor ‘Sanat, Edebiyat ve Çocuk’ adlı Youtube programında Osman Akbaşak’ın sorularını yanıtlarken. Nereden mi biliyor bunu yazar ve bu kadar emin konuşuyor bu konuda? Oğlundan. “Çocuklar da ellerine aldıkları kitaplardaki karakterlerle özdeşleşmek, onlarla maceralara atılmak, hayallere dalmak isterler” diyor.

Kuş Olsam Evime Uçsam’, Suriye’deki savaştan kaçan ailenin küçük oğlu Beşir’in gözünden anlatılan bir göç romanı. Beşir ve ailesi Halep’te yaşayan dört kişilik bir ailedir. Beşir’in babası Seyit TIR şoförüdür ama TIR bombalandığı için artık çalışamamaktadır. Abisi Hasan’ın evden ayrılışından sonra annesi Hasine, Beşir’in üstüne daha fazla düşer olmuştur. Oturdukları mahalledeki komşularının çoğu, evlerini bırakıp gittikleri ya da askerlerin gelip evde yaşayanları götürdükleri için mahalle boşalmıştır. Beşir’in pencereden gördüğü; yıkık duvarlar, çatıları uçmuş, kapısız, kırık camlardan uçuşan perdeleriyle terk edilmiş evler ve kaçarken düşmüş bir ayakkabı teki, belki de arkadaşı Emir’in elinden kayıp yıkıntılar arasında kalmış kırmızı bir oyuncak arabadan ibarettir.

Arı vızıltısını hatırlatan kurşun ve güçlü bir ıslığı çağrıştıran bomba sesleri en çok duyduğu seslerdir Beşir’in. Sokaklar bomboştur ve kalanlar evlerinde perdeleri kapalı, akşamları ışıkları sönük, evde yoklarmış gibi yaşamlarını sürdürmektedir. Abinin gidişinden bir ay kadar sonra öğrenirler onun öldüğünü.

Yaşadıkları yerler bombalananlardan sağ kalanlar, ülkeden kaçmak için çabalamaktadır. Beşir’in babası Seyit, Hasan’ı ararken Deyrizor’dan kaçıp gelen, Halep’teki akrabalarıyla buluşup kaçmaya çalışan bir aile ile öyle karşılaşır. On gündür ağaç altlarında yatan aileyi evine getirir Seyit. Aile, Halep’teki akrabalarıyla buluşup ülkeden ayrılmaya çalışmaktadır. Deyrizor’dan gelen ailenin akrabaları tesadüfen Seyit’in de tanıdığı bir ailedir. Ülkeden kaçma fikri hepsinde oluşunca Beşir’in ailesi, Deyrizor’dan gelenler (Gufran adında dört yaşında bir kızları vardır ailenin) ve onların akrabaları Halebilerle birlikte bir kamyonetin kasasında Türkiye’ye doğru yola çıkarlar.

Romanda bu tehlikelerle dolu yol hikâyesi; ülkesinden, kentinden, evinden gitgide uzaklaşan Beşir’in karmaşık duyguları, bu duyguların etkisiyle gördüğü rüyalarıyla şekillenerek anlatılıyor. 

Beşir, yaşadıklarını anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırken anneannesinin sözlerini hatırlar sürekli. Onun yaşam tecrübesine dayalı sözleri hep kulağındadır, değişik zamanlarda farklı sebeplerle söyledikleri. Bir yeri acıdığında sıcağıyla onu hissetmediğinde “Acı seni ısırmış, oğlum, ondan hissetmedin” dediğini; evde sadece un çorbası pişirdikleri günleri yaşarken karnı hemen acıktığında “Çorba kapıya kadar dayanır” sözünü… Anneannesi Beşir’in anılarında hep sağduyunun, yaşanmışlıklarla öğrenilen ve aktarılanların sesi ile yaşar.

Bir de annesi… Annesi, anne kokar. Bu koku ağaç kokusu gibidir. Annesi onu sürekli yanaklarındaki “ballı çukurları”ndan öper. Büyük oğlunun acısını kalbine gömmeye çalışırken Beşir’e de yaşadıkları durumu gizlemeden ama onun anlayabileceği gibi anlatmaya çalışır annesi. “Bazen gidenler dönmez” (s.17) der örneğin. Ülkeden ayrılmak zorundadırlar, pek çok şeylerini geride bırakacaklardır ama “Bazen anılarını yanında taşırsın” (s.20) der yine de. Her şeyi değil ama taşıyabilecekleri anıları yanlarına alabilirler. Annesi babaannesinden kalan fildişi tarağı alabilir, Beşir, abisinin yaptığı tahta oyuncağı alabilir.

Son anda kamyonete binerken eğilip yerden bir avuç toprak alır Beşir, cebine koyar:

Kamyonet çoktan kapıdaydı. Baktık öylece. Bir aydır ilk kez dışarı çıkacağım. ‘Gidenler bazen dönmez’ demişti annem. Dönmeyiz belki de. Ben dönmek isterim. Eğilip bir avuç toprak aldım. Toprak, biraz ülke kokar! Annemle göz göze geldik. Bir şey demedi bana. Cebime koydum toprağı.” (s.22)

Beşir avuçlarına yapışan toprağı silmez. Çünkü toprak, biraz da ev kokar. Beşir ellerini koklar, toprak ona biraz da yağmur gibi kokar.

Beşir cebindeki bir avuç ülke toprağı, ülke, ev ve yağmur kokan; yanında onu sarıp sarmalayan mis gibi ağaç kokan annesi; Deyrizor’dan gelen Gufran’ın ailesi, Halep’ten Gufranların akrabası olan Halebilerle birlikte kapılarını açtığı söylenen Türkiye’ye doğru bir kamyonetin kasasında seyahat ederken rüyalar görmeye devam eder. Evlerinden uzaklaştıkça rüyasında bir taraftan füze atıldığında olduğu gibi gökyüzünü kıpkırmızı yapan yıldızlar yağar üstlerine bir taraftan da o karışıklık içinde arkadaşı Emir’in elinde tuttuğu kırmızı arabasıyla kendine el sallayıp Lazkiye Limanı’nda bir kayığa binip uzaklaştığını görür.

Ülkemden kaçmak istemem. Kalmak da istemem. Hiç ayrılmadık ki buradan. Kapılara varınca bitecekmiş. Gidenlerden olacakmışız.” (s.35)

Sonunda sınır kapısına ulaşırlar. Beşir, kapıyı hiç de hayal ettiği gibi bulmaz. Geçmesi izin gerektiren, iki ülkeyi ayıran kapının iki kanatlı, gökyüzüne uzanan bir kapı olduğunu düşünmüşken etrafı duvarla çevrili, iki yanında kulübe gibi bir yer olan, ortasında demir parmaklık, altı tekerlekli, askerlerin nöbet tuttuğu bir kapıdır bu “kapı”. Önlerindeki uzun kuyruğa onlar da girer:

– Yavaş yavaş içeri alıyorlar, anne, bak! – Suriye dışarısı oldu artık, oğlum. Türkiye içerisi!” (s.36)

Bundan sonra Beşir ve ailesinin Hatay yakınlarındaki sığınma kampındaki günleri başlar. Beşir sığınmacı kampının ne kadar kalabalık olduğuna tanık olur, kendi gibi değişik yaşlardan çocuklar olduğuna da… Dağıtılan yemekten alıp haftalar sonra ilk kez un çorbasından başka bir sıcak yemek yerler, uzun tahta masalara oturup…

Bir süre sonra arkadaş da edinecektir kampta, daha ilk günden bir yavru kedi de. Kedinin bir gözünde kocaman bir siyahlık vardır, bir korsan maskesini andıran o siyahlık için kediye Korsan adını verir; zihninde de o kara lekeyi Halep olarak hayal eder Beşir.

Çadırların arası kalabalık olmuş. Sandalyelerini çıkarmışlar dışarı. Bazısı yere oturuyor. Çocuk sesleri gelmeye başladı. Çoklar. Üzerlerindeki kıyafetler eski. Bazısının dizi yırtık… Kirli görünüyorlar. Düşündüm birden. Çadırda banyo yok ki. Nasıl yıkanacağız? Başımı eğdim. Ayakkabılarıma baktım. Bir tekinin ucundan başparmağım görünüyor. Halebi’nin dirsekleri delik… Birbirimize baktık. Üzülünce dudağının bir kenarı aşağı, diğer kenarı yukarı bakar. Gülümsemek istersin. Başaramazsın. Öyle olduk ikimiz de. …” (s.57)

Romanda Güzin Öztürk, Beşir’in sığınma kampında geçen günlerini sürükleyici bir dille anlatıyor. Kamp günlerine sakız kokulu Zehra’nın dokuz yaşında bir çocuğun kalbinde filizlendirdiği duygular da ekleniyor; mmmlayarak konuşan, beş kardeşine bakmak için Hatay caddelerinde ayakkabı boyayan Hasan’la olan Hatay’a gitme macerası da…

Beşir’in gözünden Hatay da anlatılıyor, ters akan Asi Nehri de var romanda:

… Ortadan nehir akıyor. Çamurlu gibi rengi… Ortasında köprü var. Köprünün duvar gibi kolları var. Tepesine saat koymuşlar. Çok yukarıda ki… Göremez çocuklar. Yolun iki tarafından da bir sürü araba geçiyor. Çok hızlılar. Acelen olursa hızlı sürersin arabayı. Kaçarken öyle yaparsın. Tehlikeli bir şeydir öyle yapmak. İnsanlar da koşar gibi yürüyor. Komik biraz.” (s.69-70)

Güzin Öztürk iç savaş yüzünden ülkesinden ayrılmanın duygusal zorluğunu ve başka bir ülkede yoksulluk, istenmeme, okulsuzluk gibi pek çok olumsuzluğa maruz kalarak tutunma çabasını, Beşir’in hikâyesi özelinde yalın bir dille anlatmayı başarmış. Yalın eylem cümleleri ve eksiltili cümlelerle çocuk okurlarının bir solukta okumak isteyecekleri, merak ve heyecan unsuru düşmeyen bir eser oluşturmuş. Üstelik romanın anlatıcı karakteri Beşir, hayal dünyası çok geniş, meraklı, öğrenmeye açık, duygusal ve bir o kadar da kurallara boyun eğmeden istediklerinin arkasından gitmeyi başaran cesur bir çocuk. Okuyanların Beşir’le kendilerini özdeşleştirmek isteyecekleri o kadar çok şey var ki romanda…

Romanın barışçıl mesajını, sığınmacıların da geldikleri yerlerde “sığınmacı” olarak adlandırılırken ve birtakım ön yargılarla değerlendirilirken insan olduklarının, hele çocukların her yerde çocuk olduklarının unutulmaması gerektiğini yazarın yansız üslubundan çıkaracaktır okurları. Çocuk romanları, çocuklar kadar büyüklere de zaten.

Yazar sizce Beşir’in cebine koyduğu bir avuç Halep toprağını unutmuş mudur onun cebinde? Savaştan kaçanlar sadece insanlar mıdır? Bazen ağaçlar da savaştan kaçmak ister mi? Kaçabilirler mi peki senaryosunu gerçeküstücü bir sanatçının yazdığını düşündürten rüyalar gören Beşir gibi bir çocuk olmasaydı?

Güzin Öztürk, Beşir’in rüyalarından birine II. Dünya Savaşı’nın simge isimlerinden biri olan Sadako Sasaki’yi de konuk ediyor. Hiroşima’ya atom bombası atıldığında iki yaşında olan Sadako Sasaki, annesiyle kaçarken radyoaktif serpintiye maruz kalır, on iki yaşındayken de lösemiden hayatını kaybeder. Tedavi gördüğü süreçte kâğıttan turnalar katlayarak hayatla olan bağını güçlendirmeye çalışır Sadako Sasaki. Eski bir Japon inancına göre bin turna kuşu yapan kişi bir dilek dileme hakkına sahip olmaktadır. Sadako Sasaki bin turna kuşunu katlayamadan, altı yüz kırk dört turna katlamışken hayata veda eder. Beşir’in rüyasında Sadako ona iyileşme umudunu yitirdiğinde kâğıttan turna katlamaya başladığını söyler:Ağlama Beşir. Yardım et bana. Bin tane olmalı, mutlaka olmalı!” (s.92)

– Güzin Öztürk –

Çok zaman önce bambaşka bir konu üzerine okurken bir söze rastlamıştım John Berger’den. Özünde çağımızda insanların modern göçmenler olduğundan söz ediyordu, ama şimdi tam alıntıyı yapamıyorum. Çünkü kitaplarımın bazıları hâlâ yanımda değil. Savaşlar kadar iklim krizine bağlı sorunlar, doğa olayları gibi pek çok sebeple kendi isteği dışında pek çok insan yaşadığı yerlerden ayrılıp başka yerlere göç ediyor. Birbirinden farklı sebeplerle pek çoğumuz göçmeniz dünyada.

6 Şubat sonrası Pazarcık ve Elbistan merkezli iki büyük deprem, onların artçıları; sonra Hatay merkezli depremle on bir kentin yaşamı bir daha eskisi gibi olmamak üzere değişti. ‘Kuş Olsam Evime Uçsam’da geçen Hatay’ın Uzun Çarşı’sı, baharat kokan dar sokaklar, cıvıl cıvıl bir hayatın aktığı caddeler şimdi yok. En yakınlarının kaybını yaşayanlardan pek çok kişi de yok artık şehirde. Onlar da başka bir kentte göçmen oldular artık.

Havada portakal çiçeklerinin baygın kokusu varmış. Bahar gelmiş…

Bazen acılar geçmez. Unutulmaz da… Unutmak dediğimiz, o acılarla yaşamaya alışmaktır belki. Unutulur. Unuturuz; iki kaşın arasında yer eden yeni bir çizgi, sol gözünün altında bir seğirme, vakitli vakitsiz bir noktaya dalıp kalma olur yaşadıklarımız, unuturuz.

Bahar geliyor. Bu bahar benim içim ağıt, içim karayel…

Kaynakça: Güzin Öztürk, ‘Kuş Olsam Evime Gitsem’, Tudem Yayınları, 2017.

(*) Nasıl Yazar Oldum: Güzin Öztürk – Parşömen Edebiyat (parsomenedebiyat.com)

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar