POLİTİKA 

BOĞAZİÇİ

Hava epeydir soğuktu. Sobayı yakmak için odun almaya üşendi. Bilgisayarın başına oturdu. Haberlere göz attı. Boğaziçi Üniversitesi’nde gençler ayaktaydı.

– Kayyum rektör istemiyoruz!

– Özgür üniversite!

– Polis dışarı, bilim içeri!

Sloganlarla, günlerdir yer gök inliyordu.

Ah, yaşadığım sürgünlük olmasa ben de orada olurdum” diye geçirdi içinden.

30 sene önceye gitti. Öğrenciydi. Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ne büyük bir kortejle yürümüşler, kortejin başı okul bahçesine girince polis ablukasına alınmışlardı. Dehşet bir polis saldırısıyla okulun dar ve küçük olan ön bahçesinden daha korunaklı olduğunu bildikleri ana binaya kaçmak zorunda kalmışlardı. Önünden koşan kızları korumak amacıyla geriden gelmiş, gelirken ense kökünde polis copunun rüzgârını hissetmişti. Zorla içeri girebilmişlerdi ama herkes o kadar şanslı değildi. Dışarıda kalanlar da vardı. İçeri girer girmez okulun dev kapısı kapanmış, kapı ardına barikatlar kurulmuş, okul işgal edilmeye başlamıştı. Sloganlar atıyorlardı:

– Polis dışarı, bilim içeri!

Polis dışarıda yakaladıklarına karşı son derece ‘demokrat ve yumuşak’ bir tavırla sülalesinin adını okutuyordu. Elbette ki çocukların yüzündeki kırmızılıklar da utançtan değildi. Bu eylem sonrasında uzuvları sağlam olarak gözaltından çıkan olmamıştı. Şimdilik içerdeydiler ama bu geçici güvenlik çok sürmeyecekti. Nice sonra polis içeri girdi ve beklenen sonuçla yüz yüze gelindi. Okul işgali birkaç saat sürmüştü. 30 senedir değişen bir şey yok diye geçirdi içinden.

* * *

O sırada camdan gelen aceleci bir sesle kendine geldi. Bir saniye içinde aklından o kadar çok şey geçti ki… Zira burası Romanya sınırında 100 kişilik bir köydü. Yaklaşık üç yıldır burada gönüllü sürgün hayatı yaşıyorlardı. Evlerinin bulunduğu sokak, yaklaşık bir kilometre uzunluktaydı ve ucu sınıra bakan bu şose sokakta kendileriyle birlikte sadece beş kişi yaşıyordu. Şimdiye kadar da camlarını tıklayan kimse olmamıştı. Cam tıklamasının başka korkuları anımsatan sese dönüşmesi bir saniye sürmüştü ama irkilmesiyle rahatlaması arasında hissettiği süre o kadar da kısa değildi.

Camı tıklatan eşiydi. Yanında, görüntüsü bir haftadır yağan karın beyaz örtüsüyle tezat oluşturan kömür karası tenli bir adam duruyordu. Eşinin ne dediğine, ne anlatmaya çalıştığına aldırmadan dışarı koştu. Biraz önce köyün tek marketine ekmek almak için çıkan eşinin sesi korkulu değildi ama yine de hikâyeyi camın ardından dinlemeye hacet yoktu. Başı belada olabilir miydi? Bu kara tenli adam neyin nesiydi? Camın tıklamasıyla başlayan irkilme ürküntüye, meraka ve biraz da korkuya dönüşmeye başlamıştı.

Başına havlu sarmış, zayıf uzun ve klasik Afrikalı adam yaprak gibi titriyor ve durduğu yerde eğreti bir dal gibi dikiliyordu. Adama nece konuşacağını bilmeden önce Sırpça bir şeyler sordu. Sonra eşi “İngilizce biliyor” deyince o dilde kim olduğunu, burada ne yaptığını sormaya başladı. Cevap veren eşiydi.

– Adı İsmail. Sınırı geçmeye mi çalışmış, sınırdan mı gelmiş, anlamadım. Sadece iki gündür yürüdüğünü söyledi.

* * *

İsmail…

Sudanlıymış.

İki gündür yol yürüyormuş.

57 yaşındaymış.

Sudan’da Beşir döneminde tutuklanmış.

Muhalifmiş.

5 yıl cezaevinde kalmış.

2 yıl önce Beşir iktidardan gidince serbest kalmış.

Almanya’ya, Sudan’dan kaçan ailesinin yanına ulaşmaya çalışıyormuş.

Yarım yamalak İngilizcesiyle anlatmaya çalıştığı hayat hikâyesini dinledim. “Beşir” diyor. “İktidara geldi, şeriat geldi”, “Çok problem”, “Sudan çok problem”, “Şimdi yine çok problem” diyor. Bu kadarına dili yetiyor. Anlatmak istiyorum. Ama anlamayacağını bilerek vazgeçiyorum.

Anlatsam, anlasa… Diyeceğim ona:

İsmail, bizim çocuklarımız; ülkemiz sizin ülkeniz gibi olmasın diye uğraşıyorlar. Canlılar acı çekmesin. Kimse yurdunu terk etmek zorunda kalmasın. Karnını doyurmak için çöpleri karıştırmasın. Adalet olsun. Kin olmasın. Bizi rengimiz ayırmasın, dilimiz ayırmasın, kimseye cinsiyetinden, renginden, dininden, dilinden, ailesinden, tarihinden dolayı ayrım yapılmasın diyorlar. Kötü mü yapıyorlar, İsmail? Sence bunlar terörist mi?

Beni en iyi İsmail anlayacak, biliyorum. Kapkara teninin bembeyaz göz aklarının içindeki kara gözleriyle bakacak, kendi dilinde, belki de dünyanın en eski dilinde bir şeyler diyecek. Ben anlayacağım onu. O da beni anlayacak.

İsmail’i eve almak istiyorum. İstemiyor. Temeşvar’a gitmek istiyor. Bana Temeşvar’a gitmek için yolda olduğunu söylüyor.

Temeşvar başka ülke, İsmail. Burası Sırbistan” diyorum.

Şaşkınlıkla bana bakıyor.

– Sırbistan?

– Evet, Sırbistan.

Anlıyoruz. Günlerdir yürümüş. Ayakları artık onu taşımıyor.

Belgrad” diyor.

– Belgrad kaç kilometre?

Belgrad’da arkadaşı olduğunu anlatıyor. Köyden arabayla en yakın otobüs istasyonuna gidiyoruz. Belgrad’a giden otobüse bindiriyoruz İsmail’i. Yanına bir torba börek koyan eşim gözyaşlarını gizlemek için kaçıyor. İsmail koltuğa oturur oturmaz gözleri kapanıyor.

İsmail… Yorgun, bitkin ve bıkkın. Anlatsa, aslında kaçtığının Sudan değil ama Sudan’daki akıl tutulması olduğunu anlatacak. Konuşabilse, Boğaziçi’ne selam gönderecek. “Aşağı bakmayın, çocuklar!” diyecek.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar