POLİTİKA 

KAYBOLMAK YA DA BİR GEZİ YAZISI

Yol belli olursa ikircikliğe, tereddüde yer kalmaz.” – Dr. Hikmet Kıvılcımlı

Sözlükte “yol”, bir yerden bir yere gitmek için aşılan uzaklık olarak tanımlanır. Alevilikte “Yol bir, sürek bin bir” derler; tasavvufi anlamda insanın kâmil olma yoludur.

Sosyalizmi kurma yolunda ise mücadeledir, kavgadır, direniştir. Halkımızın ‘yolu’, devrimcilerimizin ‘yolu’, partizanların ‘yolu’ vardır. Bir de beri yanda Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Türkiye Sosyalist Hareketi’nin teorik sorunlarının çözümü amacıyla kaleme aldığı, 9 kitaptan oluşan ve ‘Yol’ adını verdiği rehber çalışması vardır.

Diyeceksiniz ki, bu girişten sonra bir yol, seyahat, gezip görülen yerleri anlatan yazı çıkar mı? Bence çıkar. Yazıyı okurken anlatanı bu köşenin yazarı olarak düşünmeyin. Onun “ben” dediklerini, “biz” olarak algılayın. Geçekten de düşündüklerimi yazabilseydim, dilim dönseydi, yazıya şöyle başlardım:

Yurt dışı ile bir saat süren telefon görüşmesini bitiren genç adam, soluğu beş dakikada koşar adım geldiği evinde aldı. Anacığına sadece ‘15 gün sürecek bir tanıtım işi için Samsun’a gidiyorum’ diyerek siyah ciltli kalın ders kitabını alıp çıktı. Hızlıca çocukluk arkadaşı N.’ye gitti. Olası bir takipten kurtulması gerekiyordu. Bunun için N., arabasıyla onu bir saat İstanbul’da dolaştırdıktan sonra güvenli bir adrese bırakacaktı. Oldum olası birbirlerinin isteklerini hiç ikiletmeden yerine getirirlerdi. N., yine öyle yaptı.

Bu şekilde bir öykü tadında kurgulamak, ikinci, üçüncü şahıslar üzerinden anlatmak isterdim. Dedim ya, ne yazık ki dilim o kadarına dönmüyor!

Kısa süreli olarak planlanan ama beklenenin çok üzerinde bir zaman alan bir kayboluş daha yaşayacaktım. Pasaporta içimizin ısınmadığı günlerdi. Isınsa da muhtemeldir ki vermezlerdi, verseler de onların icazetiyle böylesi bir göreve çıkılmazdı. Yolumuz dışarıda konferansa çıkıyordu. Oraya pasaport işlemezdi. Yaşanılan sıkıntılı bir süreçten sonra bizler sevdiklerimize, evimize, mücadeleye dönmüştük ama benim ve birçok arkadaşımın hayatımıza kısa bir zaman diliminde dokunmuş birisi vardı ki kaybolmamış, kaybedilmişti. Yazılmalıydı, adını ve kaybedildiğini duyurmak bir görevdi.

Aylardır hazırlık içindeydik. Seyahatlerde kullanacağımız paranın çoğunu kamulaştırdığımız iki valiz dolusu kitabı satarak elde etmiştik.

Şimdilerde beton yığınına dönmüş haliyle, tatil merkezlerinden birisi durumuna gelmiş Bodrum’un mahallesi henüz bir kasaba bile değildi. Kayalarla çevrili küçük bir burun üzerine iliştirilmiş balıkçı barınağından başka yapılaşma yok denecek kadar azdı. Çeşit çeşit ağaçların dizili olduğu bir patika yol, siluet halinde görülen karşı adayla bir bağ oluşturuyordu. Etraf çok tenhaydı ve bu da bizim işimizi kolaylaştırıyordu. Demli birer çay içme isteğimiz çok baskındı, belki de gideceğimiz yerde bulamayacaktık istediğimiz kıvamda çayı. Buna rağmen fazla dikkat çekmemek için balıkçı kahvesinde çay bile içememiştik.

Gecenin karanlığı çökmüş, beklediğimiz an gelmişti. Belli belirsiz bir motor sesi, açıkta iyice sesini kesmişti. Sonra heybetli sayılabilecek, kumral saçlı, bıyıklı, sanırsın ki hem denizde hem de karada yaşayan bir deniz adamı, karanlığı yırtarak botuyla yanaştı. “Bana Hasan Yoldaş diyebilirsiniz” dedi. “Ayakkabılarınızı, pantolonlarınızı çıkarıp poşetlere koyun, usulca bota binin” diye de ekledi. Değişik bölgelerden gelen 7 kişiydik, koordinasyonu hepimiz adına yapan ‘Kıvırcık’ deneyimli biriydi ve bizleri bilgilendirmişti. Biz zaten pantolonlarımızı ve ayakkabılarımızı poşetlere koymuş, bekliyorduk.

Bir de kadın yoldaşımız vardı aramızda, bu zorunlu giyim kuşamdan dolayı biraz utanıyor, çekiniyor olabilirdi. Olsun, önemli değildi. Mesele böyle şeylere takılıp kalınmayacak kadar ciddiydi ve cinsiyetçi yaklaşmak bir devrimciye yakışmazdı.

* * *

Sanırım bu turistik(!) geziden önceki ve Mehmet Akif Dalcı’nın katledildiği 1989’un 1 Mayıs’ından sonraki Taksim Meydanı’na kitlesel çıkma girişimiydi. Birçok devrimci hareket ortak karar almıştı, Taksim Meydanı’na çıkılacaktı. Başka yolu yoktu! Ellerde dövizler, flamalar, pankartlarla kararlaştırıldığı gibi Tarlabaşı’nda toplanıldı. Marşlar, sloganlar eşliğinde tüm grupların yürüyüş kortejindeki yerini alması coşku içinde bekleniliyordu. Bulunduğumuz alan bir anda polis tarafından kuşatıldı. Emir katiydi: “Hemen, herkes yere çömelsin!” Kitlenin neredeyse tamamı bu emre itaat etti. İkimiz ayaktaydık, itaat edenlerle şaşkın bakışlarımızla göz göze gelip aynı anda “Kalkın arkadaşlar, kimse oturmasın, Taksim’e yürüyeceğiz, yaşasın 1 Mayıs!” dememize kalmadan kafamıza yumruk ve coplar inmeye başladı. Kötü dayak yemiş, üstüne gözaltına alınmıştık. Aldığı darbelerle kulak zarı patlamıştı.

Yukarıda anlattığım ile kaybolmaya gönüllü kadın yoldaşımız aynı kişiydi. O da diğer yoldaşları gibi boğularak, vurularak ölmeyi göze alıp bota adımını atmıştı. Adı Ş. idi. Genel olarak mücadeleden zayıf düştüğümüz, çoğalamadığımız doğrudur. Geçmişte de şimdilerde de kadınların mücadeleye katılımı konusunda çok zayıfız. Bunun muhtemel nedeni, kadın sorununa devrimci bakış açısındaki bulanıklığımızdır. Şurası bir gerçek ki, kadınlar olmadan kurtuluşun da olmayacağı yeterince idrak edilmediği müddetçe toplumumuzdaki ataerkil toplumsal cinsiyetçi yaklaşım nedeniyle kadına şiddet ve bunun da ötesinde kadın cinayetleri önlenemeyecektir.

Yaşayanlarımızı andığımız gibi kaybettiklerimizi de anmadan geçmeyelim. Yedi kişiden, Kıvırcık Seyit geçen yıl aramızdan ayrıldı. Mehmet Celen’i Almanya’da bir trafik kazasında kaybettik. Kadınıyla, erkeğiyle eşitlik ve özgürlük mücadelesine omuz vermiş her devrimci, hayatlarımıza dokundukları yerde, yüreklerimizde ve belleğimizde hep yer alacaklardır.

* * *

Yolculuğumuz da iki saat sürecekti. Ulaşım aracımız küçük motorlu bir tekne bile değildi, çevresine 7-8 kişinin zorlukla sığabileceği lastik bir bottu. 15-20 dakika gitmiştik ki dalgalar botu su ile doldurmaya başladı. Pantolon ve ayakkabıların neden poşetlere konulup ellerimizde olduğu daha iyi anlaşılıyordu: İçeriye dolan su ile botun daha da ağırlaşmasını engellemek ve alabora olma durumunda hayatta kalma şansımızı biraz daha yükseltmekti ki bazılarımız yüzme dahi bilmiyordu. Ayakkabılarımızla suyu boşaltmaya çalışıyorduk. Yolculuğun nasıl sonuçlanacağı hiç belli değildi ama yolcuların hiçbirinde boğulup ölme korkusu yoktu. Her olasılık göze alınmıştı. Karşı kıyının ışıkları belli belirsiz görünmeye başladığında bir hücum botunun yaklaştığını fark eden Hasan Yoldaş, motoru durdurmuştu. Denizin ortasında, dalgaların arasında beklemeye koyulmuştuk. Ay ışığının olmadığı bu kasım akşamında, zifiri karanlığın içinde koyu giysiler içindeydik. Sessiz kalırsak fark edilemezdik. Devriye, son sürat uzaklaşınca motor tekrar çalıştı ve yolumuza devam ettik. Karşı sahile ulaştığımızda Hasan Yoldaş son bilgiyi de verdi: “Fransız arabaların farlarının ışıkları sarı olur. İşareti alınca hızlıca arabaya gidin.

Öyle yaptık.

Bu güzel ülkeye 15 günlüğüne gittik, 11 ay kaldık. Ne gezip gördüğüm yerleri ne de güzelliklerini anlatabildim sizlere… Kusura bakmayın, sizi biraz kandırmış gibi oldum. Belki sonraki yazılarda Omonia Meydanı ve orada yapılan tartışmaları, teknik üniversitenin meydanları zapt eden direnişçi öğrencilerini, güneşi en güzel batıran tepesini, Akropolis’i anlatırım. Orada geçirdiğimiz 11 aylık bu süreçte bir an önce ülkeye dönüp mücadeleye katılma isteğiyle yanıp tutuşurken, aklımda en çok kalan şey; Vedat Türkali’nin şiirinden bestelenen ‘Bekle Bizi İstanbul’ şarkısını dillerden düşürmeyişimiz, bazen coşkulu, çoğunlukla da ülkeden ve mücadeleden ayrı kalmanın hüznüyle söyleyişimizdir.

Kendi hayatını tehlikeye atarak büyük dayanışma, fedakârlık ve cesaret örneği gösteren yiğit devrimci Hasan Yoldaş’la birkaç ay sonra bir kez daha karşılaştık. O günden sonra bir daha haber alamadım; ta ki 2018 yılına kadar. Bir gazetedeki fotoğrafta, Cumartesi Anneleri’nin taşıdığı dövizde fotoğrafını gördüm. Adı, fotoğrafının altında yazıyordu: Talat Türkoğlu.

Derin mekanizma iş başındaydı. Ailesini ziyarete gittiği Edirne’den İstanbul’a dönerken 1 Nisan 1996’da “alınmış” ve sonrasında ne bir ses, ne bir nefes… Bir daha da kendisinden haber alınamamıştı.

Hasan Yoldaş, ikircikliğe, tereddüde hiçbir zaman düşmeden yol yürüdü. Anısı ve mücadelesine saygıyla…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar