KÜLTÜR-SANAT 

HER SEVGİ MUCİZESİNİ DE BERABERİNDE GETİRİR / ‘OUTLANDER’

Kalbim seni ilk gördüğüm andan beri sana ait; ruhumu ve kalbimi senin ellerine teslim ettim, onların orada güvende olduklarını biliyorum.” – Diana Gabaldon, ‘Yabancı

Bazı zamanlar olur ki kendimizi kısır bir döngünün içinde sıkışıp kalmış gibi hissederiz, yeni bir güne uyanırız ama gün gözümüze de kalbimize de yeni bir gün gibi görünmez. Hayatımızda birçok insan vardır ama hepsi de bize çok uzak, çok yabancıdır. Sonra bir an gelir ve o an bize büyük bir kırılma noktası yaratır. Bu kırılma; bir insandan da gelebilir bize, bir hikâyeden de, hatta bakıp kaldığımız küçücük bir eşyadan da… Artık biliriz ki eskiyi geride bırakıp yeniyi inşa etme zamanımız gelmiştir, yepyeni bir hikâyenin kahramanı olma vakti…

İçime sinmeyen her sevgiyi geride bırakma, mutsuz hissettiğim her duygunun kapısını sonsuza kadar kapatma ve kendim için yeni bir hikâye yazabilme gücünü öz benliğimde hep bulmuşumdur ve bu güce hizmet eden, anlam veren her hikâyeyi, romanı, yapımı heybeme eklemişimdir. Bir kadının her olasılıkta ve her çağda kendi sevgisini ve yolunu bulabilme teması üzerine yazılmış, İskoç kültürünün destansı tarihi ile bezenmiş, her sayfasında yepyeni bir bilgi ve yepyeni bir insan bulduğunuz ‘Yabancı’ kitap serisinin ekrandaki yansıması olan ‘Outlander’ dizisi; yeni yaşımı karşılarken bana bir kez daha “Yine, yeni ve yeniden” dedirtebilmeyi başardı.

Her zaman bir şey vardır,/ her zaman bir şey yapılabilir…” (Diana Gabaldon, Yabancı)

GERÇEKTEN İSTEYEN VE DİLEYEN ARADIĞINI BULACAKTIR

1945 yılının Londra’sındayız. Mevsimlerden bahar, İkinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış bir toplum ve kendini yeniden inşa etmeye çalışan bir ülke…

Canlı sokakları, büyüleyici caddeleri ve kültürel dokuları ile ayakta kalmaya çalışsa da İngiltere hem insan ruhu hem de kendi tarihi açısından en sancılı dönemlerinden birini geçirmektedir.

Tam yedi yıl boyunca cephede savaş hemşireliği yapmış Claire Randall da savaşın ve cephenin vermiş olduğu ruhsal sancıları atlatmaya çalışmaktadır. Bu yüzden de tarih profesörü kocası Frank Randall ile İskoçya’ya tatile gider. Kocası Frank, İskoçya tarihi ve Jacobite İsyanları üzerine araştırmalar yapan bir profesördür ve Claire bu tatilde hem ruhunu dinlendirme hem de İskoç tarihi içinde gezinme fırsatı bulur. Ayrıca kaldıkları pansiyonun bulunduğu sokakta, eski İskoç geleneklerini yansıtan ayinler ve şenlikler hâlâ yapılmaktadır. Claire, bu gelenekleri oldukça sıra dışı ve gerçekleşmesi güç şeyler olarak görse de bu geleneklerin hiçbirine kayıtsız kalamaz. Bir gün kocası Frank ile birlikte Craigh Na Dun Tepesi’nde bazı kadınların çember oluşturarak yaptıkları bir çeşit ayine denk gelir. Kadınlar tepedeki taşların etrafında dönmekte ve farklı bir dilde şarkılar söylemektedir. Taşlardan ve kadınlardan gözlerini alamayan Claire, ertesi gün kendini yine Craigh Na Dun Tepesi’nde bulur ama bu defa durum biraz farklıdır. Claire, tepedeki taşlara yaklaştıkça sesler duyar, sesler duydukça daha da yakınlaşır ve bir anda taşların en yükseğinin içinden geçerek kaybolur. Gözlerini açtığında her şeyi; sesleri, bir anda çıkan fırtınayı ve Craigh Na Dun’u unutup kocasına gitmek ister ama bu asla mümkün olmaz; çünkü taşlar Claire’i iki yüzyıl geriye, 1743 yılına götürmüştür. Claire, bu tuhaf yolculuğu başta hayatının kâbusu olarak nitelendirse de zamanla aradığının ve dilediğinin bu olduğunu anlayacaktır.

Bazen en pişmanlık duyacağımız hareketler, en iyi sonuçları doğururlar.” (Diana Gabaldon, Yabancı)

GİTTİĞİM YERDE EN GÜZEL HİKÂYEMİ BULACAĞIMI NEREDEN BİLECEKTİM Kİ: CLAİRE RANDALL FRASER

1743 yılının İskoçya’sındayız. Romantik geleneklerle demlenmiş, her yerden gayda müziklerinin yükseldiği, engebeli dağların yemyeşil vadilerle kesiştiği, görkemli şatoların gölgelerinin keskin bir şekilde siyah renkteki göllere yansıdığı İskoçya’da…

Claire, taşlardan geçtiğinde böyle bir İskoçya’da bulur kendini. Kırmızı urbalı, beyaz dar pantolonlu, silahlı ve fazla öfkeli İngiliz askerlerinin bağrışları ve kovalamacaları karşılar sonra onu. Tam İngiliz askerlerinin eline düşeceği anda; rengârenk ekose kiltleri, uzun saçları ve en az kendileri kadar hızlı ve güçlü atları ile bir İskoç birliği yardımına koşar ve Claire’yi kurtarır. Onlarla yaptığı uzun bir yolculuğun ardından Claire onların bir birlik değil, o dönem İskoçya’da çok yaygın olan klanlardan biri olduğunu anlar. Klan üyeleri ile birlikte Leoch Kalesi’ne adım attığı an ise hayatında birçok şeyin çoktan değiştiğini derinden hisseder. Oradakilere bir şifacı olarak tanıtır kendini ve eskide bıraktığı hayatının izleriyle yeni bir hikâye yazar kendine… Kısa süre içerisinde Leoch Kalesi’ndeki İngiliz, yani yabancı kadın olarak anılmaya başlar. Leoch Kalesi’nin ve kalenin sahipleri MecKenzie klanının şifacısı olarak birçok hayata ve insana dokunmayı başarır. Bu yeni hikâyeye çabuk adapte olsa da bir yanı hep kocasına, Frank’e geri dönmeyi çok ister…

Yaşadığı kalede kendini dışlanmış gibi hisseden ve günlerini bu boğucu ve yorucu duygularla geçiren Claire, bir sabah uyandığında kendini daha önce hissetmediği, kalbine çok yabancı bir duyguya kapılmış olarak bulur. İlk karşılaştıkları anda yaralarını elleriyle tedavi ettiği, birlikte yolculuk yaptığı, Leoch Kalesi’nin soğuk koridorlarında gezerken hep onun sıcak gülümsemesi ile karşılaştığı Jamie Fraser MecKenzie’ye büyük bir sevgi ve derin bir aşk beslemeye başlar.

Bazen bazı yerlerde olmayı hiç istemeyiz ama orada olmak kaderimizde vardır. İşte, Claire için de durum aynen böyle olur; Claire, hayatının en güzel hikâyesini Jamie Fraser MecKenzie ile birlikte yazar ve “Hayatımın aşkı” dediği bu adamla İskoçya’nın tarihini değiştirmeye çalışır…

Bunu daha önce de yaşamıştım. Benim dışımda pek çok insanın başına gelmiş olduğundan da emindim. Belirli bir adamın ya da kadının varlığına diğerlerinden daha fazla duyarlı olmak… Onu her yerde aramak ya da göz hapsinde tutmak, onunla bir arada olmak için anlamsız bahaneler üretmek, kazara bir yerlerde karşılaşmak, onu o çalışırken fark ettirmeden izlemek, vücudundaki küçük detaylara dikkat etmek…” (Diana Gabaldon, Yabancı)

TAŞLARIN İÇİNDEN GELEN BİR KADININ RUHUNDA ŞİFA BULDUM: JAMIE FRASER MECKENZIE

Acıya dayanabilirim ama senin canının acımasına dayanamam. Benden bu dayanıklılığı göstermemi bekleme.” (Diana Gabaldon, Yabancı)

Güneş ışığı üzerine vurdukça parlayan bakır saçlarıyla, İskoçya’nın mavi nehirlerini kıskandıracak gözleriyle, uzun boyu ve heykellerden ilham alınmışçasına şekillenmiş vücuduyla en kalabalıkların arasında bile dikkat çekmeyi başaran Loach Kalesi’nin en görünmez ama bir o kadar da tanınmış ismi Kızıl Jamie, kendini bildiğinden beri İngiliz ordusundan kaçan, başına ödüller konmuş bir İskoç asisi olarak tanınır.

Kız kardeşini İngiliz askerlerinin zulmünden korumak için kendini kurban eden Jamie, dönemin işkence ve katliam yuvası olarak bilinen William Kalesi’nde günlerce işkence görüp kırbaçlandıktan sonra bir de tanınmış bir askerin cinayet zanlısı olarak suçlanır ve aranır. Ruhundaki, bedenindeki ve kaderindeki ağır darbelerden sonra kendini dünyaya tamamen kapatan Jamie, hayatını İngiliz gölgesinden kurtarmaya çalıştığı İskoçya’nın bağımsızlığına adar. Gerçek kimliğini saklamak zorunda kaldığı Loach Kalesi’nde kendi öz dayıları arasında bile takdirden çok aşağılama gören Jamie’nin hayattaki tek dileği; babasından ve annesinden kalan, “Yuvam ve topraklarım” dediği Laly Broch’a tekrar dönebilmektir hem de hakkındaki tüm bu suçlamalardan ve taşıdığı yüklerden kurtulmuş bir şekilde…

Umutsuz ve ümitsiz olduğu bir anda karşısına çıkan, ormanın derinliklerinden gelen; önce kırık kolunu, sonra da vücudunda taşıdığı tüm yaraları iyileştiren Claire Randall zamanla Jamie’nin her şeyi olur. Bazı duygular vardır onları anlatmak için sözcüklere gerek kalmaz, gözümüzden akar ve gülümsemelerimizden taşar, bir dokunuşumuzla kendini ortaya çıkarıverir. İşte, Jamie’nin Claire’e duyduğu sevgi ve aşk, sözleri ve cümleleri aşmayı başarmış bir sevgi ve aşktır.

Bir klanın, klandaki asil kanı taşıyan kişilerin mutlaka kendi klanından biriyle evlenmesi gerektiği bir dönemde Jamie; tüm gelenekleri, kuralları, alışılagelmişleri yerle bir eder ve Claire ile evlenir. İmkânsızlıklardan ve farklılıklardan doğan bir aşk; İskoçya’nın her köyünde, her kasabasında dilden dile ve kalpten kalbe dolaşmayı başarır…

Kanın benim kanım/ Kemiğin benim kemiğim/ Bir olabilmemiz için vücudumu, ölene kadar da ruhumu sana sunuyorum.” (Diana Gabaldon, Yabancı)

AŞKIN BAMBAŞKA MANZARALARI…

‘Outlander’ dizisinde Jamie ve Claire aşkı bize tek bir pencereden değil, birçok farklı manzara üzerinden yansıtılıyor. Kadınların yaşamın tüm siyasi, kültürel, sosyal ve ekonomik alanlarından mahrum bırakıldığı, kadının sadece tarlalarda çalışmasına, ekmek yoğurmasına, çocuk doğurup eşine kayıtsız şartsız hizmet etmesine izin verildiği bir dönemde; Jamie, karısına duyduğu saygı ve sevgi sebebiyle dönemin tüm kalıplarının ve kadına dayattığı geleneklerin dışına çıkıyor. Claire’in şifacılığını istediği şekilde yapmasına, bu yetenekleri her yerde kullanmasına asla karşı çıkmıyor. Karısıyla siyaset konuşmaktan da onun bilgi ve tecrübelerinden yararlanmaktan da asla çekinmiyor.Kadın erkeğin aşağısında bir yerde durmalıdır” yerleşik ilkesine “Benim karım bana eşittir” diyerek cevap veren Jamie Fraser MecKenzie’nin benim için en kalbe dokunan tarafı, karısının hikâyesine inanıyor oluşu. Claire ona Craigh Na Dun Tepesi’ni, taşları ve taşların içinden geçerek yaptığı yolculuğu anlattığında Jamie, karısına asla tereddüt etmeden ve onu yargılamadan inanıyor. Taşlardan gelen bu büyüleyici kadın, Jamie’nin ruhunda ve bedeninde taşıdığı tüm yaralarına, yazgısındaki tüm imkânsızlıklara şifa oluyor.

‘Seni istiyorum, Claire’ dedi, sesi çok boğuktu. Bunun ardından ne söyleyeceğini bilmiyormuş gibi duraksadı. ‘Seni çok istiyorum, öyle çok istiyorum ki nefes bile alamıyorum. Beni…’ Yutkunup yeniden konuşmaya başladı: ‘Beni kabul ediyor musun?’” (Diana Gabaldon, Yabancı)

BİR KÜLTÜRÜN SON DİRENİŞİ

‘Outlander’ dizisini izlerken kendimizi sadece romantik bir aşkın içinde bulmuyoruz. Ayrıca bir tarihin ve bir kültürün son bağımsızlık direnişine de tanık oluyoruz.

James’in Latince karşılığı Jacobus kökünden türemiş olan Jakobitler; İngiltere tahtında hakkı olduğuna inandıkları sürgüne gönderilmiş James Stuart’ı ve onun oğlu Charles Stuart’ı destekliyor, onu tahta çıkarmak için eylemler ve söylemler düzenliyorlardı. Tüm İskoç klanlar gizli gizli Kral James için para topluyor ve onun direniş hareketine katkıda bulunuyorlardı.

Hem Fraser hem de MecKenzie klanından olan Jamie de Jakobitlerin en önde gelen isimlerinden biriydi ta ki gelecekten gelen biricik aşkı Claire’in ona bu direnişin İskoç dağlık kültürünün sonu ve bağımsızlık direnişinin son ateşi olduğunu söyleyene kadar…

Jamie ve Claire, sevdiklerini ve halklarını İngiltere ile savaşmamak konusunda ikna etmeye çalışsalar da tarihi ve yaşanmışlıkları asla değiştiremiyorlar ve Culloden Savaşı, İngiltere’nin galibiyeti ile sonuçlanıyor. Birçok klan tarihin tozlu ve kanlı sayfalarına gömülüyor, İskoçya İngiltere topraklarına neredeyse tamamen dâhil ediliyor. Savaştan sağ kurtulan İskoç askerler ise ya esir ve köle kamplarına gönderiliyor ya da idam ediliyor.

Klanlarıyla birlikte rengârenk ekose kiltler, gayda eşliğinde söylenen büyülü şarkılar, dağlık kültürden gelmiş tüm gelenekler de toprağa gömülmüş oluyor…

Dizide bu direniş ve büyük savaş ekrana tüm detaylarıyla yansıtılıyor. Özellikle İngilizlerin sözde hapishaneleri, özde ise işkence ve katliam yuvaları tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriliyor. Özellikle Jamie Fraser MecKenzie’nin William Kalesi’nde geçen günlerini izlerken eminim siz de benim gibi büyük bir hüzne kapılacak ve yer yer de gözyaşlarına boğulacaksınız…

İnsan hayatın ve sonsuz varlığın getirdiği bilinmez düşüncelere bazen ara vermek istiyordu. Varlığının doğası nasıl planlanmış olursa olsun oradan kaçmak istiyordu.” (Diana Gabaldon, Yabancı)

BİTKİLERİN BİLİNMEYENLERİNE AÇILAN KAPILAR

Craigh Na Dun taşlarından geçerek hiç bilmediği bir dönemin içinde yolculuk yapan Claire, burada önceki yaşamında ilgili olduğu bitkileri ve bitki bilimini kullanarak şifacılık yapmaya başlıyor.

Claire’nin dizide tedavi ettiği her hastadan biz izleyiciler de yepyeni bilgiler öğreniyoruz. Basurotu bitkisinin hemoroide iyi geldiğini, hamamelis otunun ezilmiş ve kaynatılmış halinin iltihabı önlediğini, söğüt kabuğu çayının ağız yaralarını tedavi etmede kullanıldığını, biberiye çayının saça ve yüz yaralarına çok iyi geldiğini, ebegümeci kökünün bağırsak rahatsızlıklarında kullanıldığını, lavanta çiçeğinin kaynar suda bekletilmiş özünün boğaz ağrısına iyi geldiğini öğreniyor ve görüyoruz. Bu dizide her bitkinin de en az dizideki karakterler kadar derin ve gizemli bir hikâyesi var…

Herkesin içinde sadece kendisine ait küçük bir bölge vardır. Orası onun kalesidir. Hayatının en özel, en gizli yeridir. Oraya senden başkası giremez. Ve seni sen yapan yer de zaten orasıdır.” (Diana Gabaldon, Yabancı)

‘MABEDİMİ BULMUŞTUM…’

Jamie ve Claire’in birbirlerine duydukları o güçlü sevgileriyle ve kimsenin koparmayı başaramadığı o güçlü bağlarıyla beni en derinimden etkileyen ‘Outlander’ dizisi dilerim sizde de aynı duyguları uyandırmayı başarır. Dizinin neredeyse her sahnesini aynı heyecanla izlediğimiz, aşk ve sevgi evrenimize Jamie Fraser sayesinde yepyeni sözler ve değerler kattığımız canım arkadaşım, Ayşe Nur, bu yazım senin için!

Umarım Claire’in Jamie için sık sık söylediği “Mabedimi bulmuştum” sözünü bize de söyletecek bir sevgi hayatımıza girer ve değişmeden, dönüşmeden, yarım kalmadan sevdiğimiz ve sevildiğimiz anlarla ve anlamlarla dolup taşarız…

Sevginin olduğu yerde ondan konuşmanın gereği olmazdı. O, ölümsüzdü ve yeterliydi…” Diana Gabaldon, Yabancı

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar