ERİL SÖYLEMİ BENİMSEYEN İNANÇLARIN GÖLGESİNDEKİ KADININ TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ
-ADANA-
“Dostum, kadınlara inanma! Vaatlerine gül geç! Çünkü onların iyi ya da kötü halleri ferçlerinin heveslerine bağlıdır. Güya aşktan söz ederler, oysa hainlik onları sarıp giysilerinin titreşiminde şekillenir. Yusuf’un dediklerini saygıyla anımsa; Âdem’i cennetten kovdurmak için iblisin kadını kullandığını unutma! Kendine de güvenme! Bir işe yaramaz! (…)” (s.54)
‘Binbir Gece Masalları’nda geçen bu satırlar bir kadının itirafı olarak aktarılır. Bu kadın, ifriti bile oyuna getirmiş olmakla övünen bir kadındır. Ve bu itiraf, Şehriyar’ın ülkesindeki kadınların kıyımına sebep olur. Ta ki sıra Şehrazad’a gelene kadar. Şehrazad, kadınların kurtuluşu için ölümü göze alır ve kendisini Şehriyar’a sunar. Kardeşi Dünyazad’ı da dâhil ettiği bir planla Şah Şehriyar’ı her gece hayal dünyasına hapseder ve anlattığı masalı gün doğarken en heyecanlı yerinde ertesi gece devam etmek üzere bırakır. Kadına dair kötücül bir bakışın hâkim olduğu ‘Binbir Gece Masalları’, Arap dünyasındaki kadın algısının ilginç örnekleriyle doludur. Bu bakış, kutsal kitaplara dayandırılarak aktarılırken, Şehrazad bu bakışa kafa tutar. Kadının erkekler üzerindeki yönlendirici etkisi şeytanlaştırılırken Şehrazad’ın buna kafa tutarak bu inancı ispatlayacak biçimde kararlar alması, ‘Binbir Gece Masalları’nın en önemli paradokslarındandır. Kadının cinsel kimliğiyle ön plana çıktığı, bedeninin aşağılandığı kimi kısımlara rağmen, Şehrazad’ın planının yolunda gitmesi ise kadının bedeninden öte zekâsı ve sağduyusuyla var olduğunu ortaya koyar. Arap dünyasında kadına bakışa kapı aralayan bu metinde kadının günahkâr olduğu inancı ön plandadır. Bu inancın kırılması güç, evrensel bir anlayış olduğu gerçeği ise Batı toplumlarının tarihine bakıldığında ortaya çıkar.
Yüz Yıl Savaşları’nda yer alan önemli bir figürdür, Jan Dark. On altı yaşında İngilizlere karşı Fransa için mücadele eden bu genç kadın umulmadık zaferler kazanır. Paris’i İngilizlerden kurtarmak isterken başarısız olur ve tutsak düşerek İngilizlere teslim edilir. Uğruna savaştığı Fransa Kralı VII. Charles, tutsaklığı karşısında hiçbir çaba göstermez ve İngilizler tarafından engizisyon mahkemesinde büyücülükle suçlanan Jan Dark yakılarak öldürülür. Halkın tepkisini engellemek isteyen kilise, Jan Dark’ı tanrıya karşı gelmekle suçlar. Erkek giysileri giyerek savaşmasını kendi cinsiyetini reddetmek olarak yorumlar. Ölüm kararını veren kilise onu sonrasında azize ilan edecektir. Burada Jan Dark’ın inançları uğruna savaşması, bu savaşı verirken kadın kimliğini erkek giysileri içine hapsetmesi boşuna değildir. Savaş meydanında ciddiye alınabilmesinin tek mümkünü budur. Kadını yalnızca bedeniyle, cinsel kimliğiyle tanımlayan ve günahkâr kabul eden bu anlayış, bu kez Jan Dark’ı öldürmek için onu kadınlığını reddetmekle suçlar.
Kadınlar, kendilerine çizilen sınırları ne zaman zorlasalar ya da erkeklere tanımlanmış alanlarda ne zaman yer alsalar korkutuldukları kimi hadiseler yaşanır. Çok daha geriye, M.S. 300’lere gidelim. Hıristiyanlar tarafından yakılan İskenderiye Kütüphanesi’ndeki Platon Okulu’nda astronomi, matematik, felsefe alanında dersler vermiş Hypatia’nın ölümü de bu talihsiz hadiselerden biridir. Bilimle ve gök cisimleriyle ilgilenmesi Hıristiyan din adamları tarafından dinsizlik ve şeytanlık olarak yorumlanır. İskenderiye için siyasi bir sorun haline gelen Hypatia, Hıristiyan bir grup tarafından linç edilerek öldürülecek ve bedeni yakılacaktır. Paganlar ve Hıristiyanlar arasındaki gerilim, İskenderiye kütüphanesinin hemen sonrasında Hypatia’nın ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanır. Hıristiyanlığın güç kazandığı dönemde yaşanmış olan bu hikâyede Hypatia, bir inancın taraftarlarını huzursuz eder.
Bir de Musevi ve Hıristiyanların yaradılış inancında yer alan, Âdem’in ilk eşi kabul edilen Lilith’e bakalım. Âdem’e itaat etmez, onunla eşit olduğunu düşünür ve birlikte olmayı reddeder. Bu nedenle cennetten kovulur. İslam inancında da kendisine yer bulan Havva ise Âdem’in kaburgasından var edildiği için ona tabi olur, itaat eder. Hikâye, Havva’yı da masum kılmaz esasında. Cennet bahçesinde yılanın ardı sıra yasak meyveyi yiyen Havva, yasak meyveyi Âdem’in de yemesine de neden olur ve cennetten kovulurlar.
Sevgi Soysal’ın ‘Tante Rosa’sı da usumda beliren hikâyelerden. Tante Rosa ise daha küçük bir kızken öğrenir kadın olmanın utançlar üzerinde şekillendiğini. “Tante Rosa rahibe okulunda vücudunun kötü bir şey olduğunu öğrendi. Yıkanırken soyunmak yasaktı. Gömlekle yıkanılıyordu. Bir gün yine koşarken düştü. Rahibeler yarasını sarmak için de olsa kara çorabını çıkarmasına izin vermediler. Yara iltihaplandı. Schwester Maria, Rosa’ya tanrının onu cezalandırdığını, vücudunu unutmaya, içini tanrıya adamayı, arzularını sindirmeyi bilmediği için yarasını iyileştirmediğini söyledi.” (s.22)
‘Varlık’ dergisinin Kasım 2012 sayısında Müge İplikçi, ‘Özgürlüğe Doğru Bir Seher Zamanı Gibi’ başlıklı yazısında, “Yazmak bir kadın için, dinin ve kaderciliğin körebe oynadığı toplumlarda kendinden saklanamayışın biricik anlamı oluyordu. Küskünlüğü yendiğiniz zaman bu kez de güven yoksunuydunuz ve kat kat giysiler altında bile çırılçıplaktınız.” diyerek kadınların ne denli zor bir mücadele içinde olduklarını anlaşılır biçimde ifade etmiştir.
Söz konusu öykülerdeki kadınların yok sayılmaları, korkular üzerinden yönlendirilmelerinin inanç merkezli olduğu ortada. İnançların bireysel olmaktan toplumsal olmaya evrildiği, radikal bir boyuta ulaştığı dönemlerde kadınların yaşam haklarının ihlal edildiğine tanıklık ediyoruz. 1998 yılında Hizbullah tarafından kaçırılan ve iki yıl sonra cesedine ulaşılan Konca Kuriş de bu gerçekliğin parçası olmuş kadınlardan biri şüphesiz. Düşüncelerini ifade etmesinin bedelini hayatıyla ödeyen yazar, “İslam düşmanı, laik bir feminist” olduğu gerekçesiyle işkence edilerek öldürülür.
2014 yılında Nobel Barış Ödülü alan Pakistanlı Malala Yusufzay ise henüz on beş yaşında iken, Batı yanlısı düşüncelere sahip olduğu gerekçesiyle, bugünlerde gündemimizi epeyce meşgul eden Taliban tarafından içinde bulunduğu okul otobüsü durdurularak vurulmuştu. Taliban, bugün ise Afganistan’daki kadınların ve kız çocuklarının hayatını yok saymakta. Tanrının emirlerini uyguladığını söyleyen her güç sahibi gibi tanrılığını ilan etmekle meşgul! Oysa Arthur Miller, ‘Cadı Kazanı’nda tam da bu konuda işaret fişeğini andırırcasına kafamızda beliriveren bir laf eder: “Bir inanç ortalığı kana boyuyorsa o inanca sarılıp kalmayın. İnsanı canından eden bir yasa yanlış bir yasadır. Yaşam, kadınım, yaşam. Tanrının en değerli lütfudur bize. Hiçbir ilke ne kadar yüksek ne kadar parlak olursa olsun, kimseye can alma hakkını vermez.”