LİBYA’DAKİ KONUMUMUZ
-ANKARA-
Türk askerinin Libya’ya gönderilmesine ilişkin karar 3 Ocak 2020 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı.
Medyamızda konuyla ilgili çok şey tartışılıyor ama asıl konu gözlerden kaçıyor: Libya’da seçtiğimiz konum nedir?
Şimdi biraz gerilere gidelim.
Yıl: 2011. Arap Baharı.
Tunus, Mısır, Suriye ve Libya gibi ülkelerde iç karışıklıklar çıkmış, mevcut iktidarlar birer domino taşı gibi düşüyorlar.
NATO, Libya’ya müdahale kararı almış. Denizden abluka ve hava saldırıları yapılmakta…
NATO’nun Libya operasyonlarına öncülük eden Fransa’nın Cumhurbaşkanı Sarkozy, operasyonları açıkça “Haçlı Seferi” olarak ilan etmiş.
O zamanki Türkiye Başbakanı R. T. Erdoğan, önce, “NATO’nun Libya’da ne işi var?” diyerek operasyona karşı çıkmış, iki gün sonra, Libya’daki NATO Deniz Görev Kuvveti’ne, muharip savaş gemilerimizle katılacağımızı bildirmiştir.
Yani o zaman Türkiye, Sarkozy’nin “Haçlı Seferi” dediği operasyona fiilen katılmıştır.
Böylece Türkiye nasıl bir konum almıştır?
Müslüman bir ülkeye karşı, Emperyalist Cephe’de konumlanmıştır.
Libya lideri Kaddafi, 1969 darbesi ile ülkede yönetimi aldıktan sonra tamamen milli bir tavır takınmıştır. Ülkedeki tüm petrol yataklarını millileştirmiştir! Başta sömürgeci İtalyanlar olmak üzere, İngiliz ve ABD askeri üslerini kapatmıştır. Petrol gelirinin yüzde 94’nü halka refah olarak dağıtmıştır. İstisnasız her vatandaşa her ay 300 dolar destek olunmuştur. Elektrik, su, doğalgaz bedavadır. Akaryakıttan sembolik bir ücret alınmaktadır.
Başta ABD olmak üzere, Batılı emperyalistler, Kaddafi’nin kendilerini Libya’dan kovmasını ve takındığı milli tavrı asla affetmemişlerdir. Nitekim Kaddafi’ye ilk suikast girişimi daha 1975’tedir. Yani emperyalistlere karşı savaşarak kendi cumhuriyetini kuran Türkiye, yine emperyalistlere karşı vatanını savunan dost Kaddafi’ye karşı, emperyalist cephede konumlanmıştır Arap Baharı sürecinde.
Benzer konumlanmayı, zamanında T. Özal da, Irak’ta denemiş ve Emperyalist Cephe’de yer almıştır. Irak’ta “Bir koyup üç alacağız” demiş, ekonomik yıkım bir yana, Irak kuzeyindeki Peşmerge siyasi yapısını kucağında bulmuştur.
2011’de Suriye cephesinde de aynı konum hatası vardır. Emperyalist Batı ile birlikte konumlanan “Stratejik Derinlik(!)”, Esad’ın iki haftada devrileceğini, askerimizin 3 saatte Şam’a ulaşacağını ve Emevi Camii’nde namaz kılacağını zannediyordu. Şimdi 4 milyondan fazla Suriyeli, dokuz yıldır Türkiye’de namaz kılıyor ve en az 40 milyar dolar masraf yapılmış. Ekonomi ciddi bir yıkım içinde ve bir çıkış aranıyor. En son icra edilen “Barış Pınarı” harekâtında, Rusya ve ABD’nin ortak bir tavır takınarak askeri operasyonumuzu nasıl erkenden durdurduklarını ibretle izledik. Oysa başlangıçta Emperyalist Cephe’de yer almak yerine bölgesel işbirliği kapsamında Esad’ın yanında yer alsaydık, Emevi Camii’nde namaz kılmayı hayal etmek yerine Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı duysaydık, askeri operasyonlara gerek kalmayabilirdi. İdlib’de Mayıs 2018’de 12 adet gözlem noktası tesis ettik barışa geçiş yapabilmek için; ama şimdi bölgeden kaçan yüz binlerce göçmen yine sınırımıza doğru akın akın geliyor.
Tekrar Libya’ya dönelim:
Evet, Libya ile imzalanan “Deniz Yetki Alanı Antlaşması” tartışmasız doğru bir adımdı. Ama çok geç kalmış bir adımdı. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), daha 2003’te Mısır, 2007’de Lübnan ve 2010’da İsrail ile “Münhasır Ekonomik Bölge” antlaşmaları yaptı.
Bu antlaşmalara o zaman uygun karşılık veremediğimiz için Doğu Akdeniz’de yalnız kaldık. Yalnız kaldığımızın da ancak 2018’de farkına vardık. Şimdi Libya üzerinden durumu toparlamaya çalışıyoruz.
Fakat Libya’da durum hiç de iç açıcı değil, bizim açımızdan.
Antlaşma yaptığımız hükümet, ülkenin sadece yüzde 6’sına hâkim. Yani sadece başkent Trablus ve civarında dar bir bölge kontrolü altında.
TBMM’de tezkere kabul edilince, muhalif General Hafter’e bağlı kuvvetler, Trablus havalimanına bir hava saldırısı düzenledi ve havalimanı ulaşıma kapandı. Yani durum bu kadar hassas, askerimizin gideceği bölgede…
Tekrar siyasi konumlama hatalarımıza, yani hem Irak hem de Suriye ve Libya’da emperyalist güçlerle birlikte yer alarak yaptığımız hataya dönelim.
1923’te Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, işgalci emperyalistlere karşı Kurtuluş Savaşı’nı kazanarak cumhuriyetimizi kurdular. “Antiemperyalist konumlanma ve duruş” yakın zamana kadar, cumhuriyetimizin temel dış politika ve güvenlik ilkesiydi.
Komşu ülkelerin içişlerine karışmama, toprak bütünlüğüne saygı ve bölgesel işbirlikleri, hem bizim cumhuriyetimizin ve hem de bölge ülkelerinin güvenliği için ana rehberdi.
Bu nedenle Büyük Atatürk, “Yurtta sulh, cihanda sulh!” demişti.
Bu kapsamda, cumhuriyetimizin ilk yıllarında, “Balkan Antantı” ve “Sadabat Paktı” gibi bölgesel işbirliği ve güvenlik antlaşmaları yapılmıştı.
Bu sayede İkinci Dünya Savaşı, hasarsız atlatıldı. Bugünkü idare ve anlayış, örneğin, İkinci Dünya Savaşı günlerinde iktidarda olsa, başımıza neler gelirdi varın siz tahayyül edin!
Peki, niçin bölgesel ittifak ve işbirlikleri bu kadar önemliydi ve hâlâ önemli?
Çünkü İkinci Dünya Savaşı ve takip eden Soğuk Savaş süreci ve sonrasındaki tek kutuplu yeni dünya düzeninde, saldırgan Batılı emperyalistler için, eskiye kıyasla değişmeyen çok önemli bir şey var: Ortadoğu ve Kafkasya’daki enerji kaynaklarına hâkim olmak!
Bölge ülkeleri, emperyalist/haçlı tehdidine karşı, sadece “birlik olabilirlerse” karşı koyabilirler. Yoksa Irak, Suriye veya Libya örneğinde olduğu gibi, her biri, azgın emperyalistlere birer birer yem olmaktan kurtulamazlar.
Şu gerçeği görmeliyiz ki Türkiye’nin güvenlik ve iktisadi gelişmesi, yalnız ve sadece “bölgesel işbirliği”nden geçmektedir. Yurtta ve dünyada barışın altın anahtarı budur. Doğru siyasi konumlanma budur!
Yoksa Libya’ya asker göndeririz ama sadece Müslüman’ın Müslüman’ı kırmasına yardımcı oluruz.
Göndereceğimiz asker, meşru Trablus hükümetinin ülkenin daha geniş alanlarını kontrol etmesini mi sağlar? Muhalif kabileleri mi caydırır, arkalarında Rusya desteği varken? Kabileler arasındaki savaşın, başta Sirte bölgesi olmak üzere, petrol bölgelerine hâkim olma mücadelesi olduğunu göremiyor muyuz?
Asıl doğru hamle, zamanında, Kaddafi’nin karşısında değil, yanında yer almak ve ona destek vermekle olurdu. Tıpkı onun 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nda, bize yardımcı olduğu gibi.
Sonuç olarak; yanlış siyasi konumdan, doğru askeri veya güvenlik sonucu çıkmaz.
Umalım ki askerimizin kanı akmasın!