EDEBİYAT 

KAN TUTMASI

Kan tutar beni. Çocukluğumdan beri dayanamam. Elimde ufak bir çizik olsa bayılacak gibi olurdum küçüklüğümde. Annem hemen gelir, başımı diğer tarafa çevirip bir güzel sarardı yaralarımı. Annem… Ne kadar özlediğimi anlatamam. Şu an yanımda olabilse, sımsıkı sarılabilsem ve kollarında ufalıp gitsem çocukluğuma doğru. Ama mümkün değil. Artık hareket edemiyor kendi başına. Bir yardımcı olmadan yemek de yiyemiyor. Ve ben yaralı bir halde, yarısı yıkılmış bir evin içerisine saklanmış bunları düşünüyorum.

Kanayan yerime bakamıyorum; ama elim yaramın üstünde mecburen. Kurşun yarası ne kadar da çok acıyormuş. Diğer yaralara benzemiyor hiç. Sanki içimde ilerlemeye devam ediyor kurşun. Ağlamak, korkmak, kaçmak ve hatırlamak arasında gidip geliyorum. Yardım gelebilir mi, bilmiyorum. Bağıramıyorum da korkudan. Ya da bağırıyorum; ama sesim çıkmıyor.

Muhalif olduğum bilinirdi; ama işimi yaparken hep objektif kalmaya çalıştım. Sadece, olayları ve anları tüm çıplaklığıyla anlatmak istedim. Olabildiğince tarafsız ve doğru kaynaktan beslenerek yapmayı hedefledim mesleğimi. Haberi kovalamayı sevdim hep. Masada oturmak ve başkalarının yaptığı haberi paylaşmak tatmin etmedi beni. İçinde olmak, hissetmek ve gerçek olanı paylaşmaktı amacım. Kan tutmasını yenemedim; ama savaşın olduğu yerden de uzak kalamadım. Mesleki cesaret, benim de sonumu mu hazırlıyor acaba?

Çatışmalar tüm şiddetiyle devam ediyor dışarıda. Kameramanım dönmediğine göre onun da durumu kötü olmalı. Yardım gelmesi için önce silah seslerinin susması lazım. Ancak her iki taraf için de bu sokağın ele geçirilmesi çok önemli. Bu nedenle var güçleriyle devam ediyorlar çatışmaya. Kurşun sesleri, zaman zaman yapılan top ateşinin gölgesinde ürkek ıslık sesini andırıyor.

Düşüncelerim, sürekli anılarıma kayıyor. Bu kadar geriye dönüş iyi değil. Elimde hissettiğim sızıntı durduğunda, benim de bu dünyadaki varlığım duracak mı yoksa? Şu anda İstanbul’da olmayı ne çok isterdim oysa. Uzaktayken, her düşündüğümde aklıma rakıyı da getiren şehir… Benim en güzel mezem. Burada, yaralı ve sonu belirsiz bir halde yatmak yerine Asmalı’da öğle rakısı içmek ne güzel olurdu. Cıvıltılı sokaklar, tramvayın çın çını, dumana boğulmuş sohbetler; yani hayat. Adım adım benden uzaklaşan hayat…

Hüzün kapladı içimi. Boğazımda bir tıkanma ve ağlama isteği. Öldüğümü hayal ettim. Yarın yokum artık. Kardeşimi, babamı, bakıma muhtaç annemi ve işimi düşündüm. Giderayak, borçlarım bile aklıma geldi.  Taksiti gecikmiş bir kredi ve kart borçları. Düşündüğüm şeye bak! Hep, aileye yük olmama baskısının sonucu bu… Borçlu ölmek böyle bir şeymiş demek ki.

Zaman, benim için artık başka bir boyutta aktığından kestiremiyorum saati. Bu kadar şey düşünebildiysem, saat çok ilerlemiş olmalı. Ama bu yarayla hâlâ hayattaysam, çok uzun da olmamalı. Kafam karıştı iyice. Bir süredir silah sesi duymadığımı fark ettim. Yoksa çatışma sona mı erdi?

Kurtulma umudunun pompaladığı adrenalinle ve tüm gücümle “İmdat!” diye bağırmaya başladım. Çok güçlü olmasa da duyulmaya yetecek kadar bir ses çıktığını sanıyordum. En az 9-10 kez bağırdım yavaş yavaş kısılan sesimle. Sonra konuşma sesleri gelmeye başladı. Ardından ayak seslerini duydum. Uzakta olmadıkları belliydi. Giderek yaklaştı sesler ve olanca gücümle bir kez daha bağırdım.

Yarısı yıkılmış evin bir köşesinde, içeri giren sert bakışlara doğru uzattım elimi son bir çabayla. Kana bulanmış elimi havada gördüm. Kan tutar beni demiştim, yine tuttu işte. Bayılmamaya çalışırken, bana uzananın aslında bir el değil silah olduğunu fark ettim. Çekilen tetikle, ölümüm arasındaki süreye dudaklarımdan dökülen şu dize eşlik etti: “Sevdiklerim ve beni sevenler; bağışlayın/ su akıyor ve ben gidiyorum.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar