TOPLUM YAŞAM 

STETOSKOBUNU ÖMRÜNE ASANLAR

Siz hiç birine kalp masajı yaptınız mı?

Gencecik bir kızı, belki sabah annesini öpüp bedeni okula, ruhu sonsuzluğa gitmeye çalışan birini; masajla bu dünyada kalmaya ikna etmeye çalıştınız mı?

Ya da aslan gibi bir delikanlının mayından kalan yarısına kalp olmaya çalıştınız mı, pompaladığınız her kanın vücudundan kaybolduğunu gördükçe gözünüz monitörde, torbalarca kanı daha hızlı vücuduna göndermeye çalıştınız mı hiç?

Halı saha maçına çıkıp koşarken son derece sağlıklı görünen bir oğlan çocuğunun duran kalbine dakikalarca masaj yapıp, gözünüzün önüne kendi çocuğunuzu getirerek daha hızlı, daha güçlü basıp, çocuğu Azrail’in elinden almaya çalıştınız mı?

Siz hiç avcunuzun arasında insan bedeninin gitgide soğuduğunu, sizin formanız terden üstünüze yapışacak kadar vücut ısınız artarken, ellerinizin buz kestiğini hissettiniz mi hiç?

Sizin hiç annesinin karnından mosmor bir et yığını şeklinde çıkan bir bebeğin kıl kadar ince soluk borusuna tüp koyup parmağınızla göğüs kafesine basarken bir anda onun çilek gibi pembeleşmeye başlayıp elini kolunu çekiştirdiğini görünce bir yaşamın yeşerişini hızlı çekim bir belgeselde izlemiş hissine kapıldınız mı?

Siz hiç acile çığlıklarla kucağındaki nefes alamayan çocuğunu getirip “Döndür onu lütfen” diyen çaresiz bakışlı bir baba dışarda beklerken artık her şey için çok geç olduğunu anlasanız da, kabullenmeyip sizin bile kabullenemediğiniz bir ölümü, dışardaki babaya söylemek zorunda kaldınız mı hiç?

Siz hiç doğum yaparken bebeğinin ağlama sesini duyduktan sonra rahatlayıp yüzünde tebessümle ölen bir anne gördünüz mü ve evladıyla bu dünyada kalması için saatlerce müdahale edip tanımadığınız, adını bile bilmediğiniz biri için sabaha kadar bildiğiniz tüm duaları ettiğiniz oldu mu hiç?

Size hiç geri dönen kalp ritminin sesi dünyanın en büyüleyici ezgisi gibi geldi mi ya da günler sonra uyanmasını beklediğiniz hasta gözünü açıp size cevap verdiğinde, duyduğunuz en güzel ses gibi geldi mi size?

Ben yaşadım bunları ya da pek çok doktor arkadaşım bu ve bunun gibi nicelerini yaşadı, yaşıyor. Bunlar niye mi aklıma geldi? İşimizin zorluğu, özverisinden filan değil de bahsim; bir doktor bunları yaşayarak tanır hayatı, bir günde büyür, bir saatte ruhu ölür; diğer mesleklerden bunun için farklıdır doktorluk. Sadece bir meslek değil, yaşam şeklidir, girdiği her ortamın doktorudur o, işini asla iş yerinde bırakamaz. Gidip iki saat kalınca yüreğinizi yoran hastaneye, o her gün ve hatta gece gider; akşama kadar yüzlerce kişinin derdini dinleyip çare arar. Hatasının vicdani sorumluluğunun altında bu kadar ezilen başka bir meslek yoktur. Terzi kumaşı yanlış keser, aşçı yemeği yakar, mühendisin yaptığı program çalışmaz ya da avukat dava dosyasını karıştırır; bunların hepsinin telafisi mümkündür ama doktorun tek hatası bir insanın hayatına mal olabilir.

Yani hem böyle bir hayat tarzında, hem günde yüzlerce hasta bakıp, onlarca ameliyata girip hem de hatasız olacaksınız. Binlerce doktorun yurt dışına göçü inanın maddi kaygıdan çok ‘mesleğini insanca şartlarda yapmak, insana hak ettiği değeri yeterli muayene süresinde verip işini huzurla ve hakkıyla yapabilmek’tir. Kanada ve İngiltere’de acil servisteki hasta sayısına göre verilen bekleme süresi ‘18 saate kadar uzayabileceği’ söylenip gelen hastalar uyarılmakta, hasta gitme veya bekleme seçimini yapmaktadır. Ama hastanın aciliyetini belirleyen hasta yakınları ya da grip için acile gelip “Beni bekletti” diye doktora saldıran hastalar görülmez medeni ülkelerde. Doktorlar, her hastaya yeterince ve yettiklerince bakıp mesailerini tamamlarlar.

O yüzden tüm bu şartlarda Türkiye’de bir doktor ‘stetoskobunu ömrüne asar’, yani ne mesleğini hayatından ayırabilir ne de hayatını işinden ayırabilir. Doktor olur, doktor ölür…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar