POLİTİKA 

MEKTUP

Çok sık kaybolurum. Yönümü kaybeder, gideceğim yere gidemem. İlk kaybolduğumda 6 yaşındaydım. İstanbul’a göçüyorduk, benim yüzümden neredeyse ailece otobüsü kaçırıyorduk. Sonraki yıllarda çok kereler uçak kaçırmamın geleneksel hale gelmiş olmasının nedeni de bu olsa gerek. Başka şekilde ve uzun süreli kaybolduğum da oldu. İlk kayboluşumdan sonra yolumu bulup tekrar eve her dönüşümde, babamın beni bulduğu zamanki o tarifsiz, yüreğinden gözlerine yansıyan o sonsuz sevgisini, sevincini gördüm.

Son kaybolduğum zamanda ise oğlum Ali dört yaşındaydı. Zifiri karanlık bir odadaydım. Dışarıyla tek bağlantım gün ışığını hiçbir şekilde yansıtmayan, soba borusu kadar bir havalandırma deliğiydi. Sabah olduğunu, getirilen dört zeytin ve bir parça ekmekten; akşam olduğunu ise, üzerindeki yağların donduğu tavuk budundan anlıyordum. Bir hafta sonra uzun süreli konuk olacağım “misafirhaneye” geçmiştim. Zaten nefes alamıyorken ardı arkası kesilmeyen, daha çok oğlumu hatırlatan sorular, beni gittikçe daha çok boğuyor, gözyaşlarımın sessizce yanaklarımdan süzülmesine neden oluyordu. Bir ayı geçmişti ve ne sesini duymuştum ne de bir haber alabilmiştim. Evrakların tamamlanmasından sonra oğlumla 10 dakikayla sınırlı ilk telefon görüşmesine gidecektim. Nasıl da heyecanlıydım. Bir yandan yüreğim kabarıyor, içim içime sığmıyor, diğer yandan boğazım düğümleniyordu. Konuşmayı beceremeyeceğimi bile bile numarayı tuşladım. “Cuma, sen misin?” dedi karşıdaki ses. “Anne, dur bir dakika, kendimi toparlayayım” demeye kalmadan, “Baba, babaaaa!” çığlıklarıyla aldı telefonu. Ağlamaktan konuşamıyordum. Bulmuştu oğlum babasını. O da hem ağlıyor hem konuşuyordu: “Baba, gel; baba, geeel!

Bu son kayboluşumda çok mektup yazdım dostlarıma, arkadaşlarıma, yakınlarıma. Onlardan da benim hayata tutunmamı sağlayan çok mektup aldım. Gözyaşları içinde okudum her birini.

O mektuplardan birini; canlarım, vazgeçilmezlerim olan Veli ve Neşe’ye yazdığımı yazım hataları ile olduğu gibi bırakarak aşağıya alıyorum:

Sevgili Dostlarım;

Mektubunuzu okuduğum, dostluğunuzu, kardeşliğinizi iliklerime dek yeniden bir kez daha hissettiğim andan itibaren sizlere yanıt hazırladım. Yazdım diyemiyorum, çünkü hep olduğu gibi tembellik edip yazamamışsam, araya da başka şeyler girmişse işte şekilde olduğu üzere gecikmiş oluyor yanıtım.

O aralar, ülkenin en uzun süre yatan (32 yıl) siyasi mahpuslarından biri tahliye olmuştu. Sonraları dostlarının desteğiyle sahaf türü bir kitapevi açmış olduğunu duyduk. Biz de elimizdeki kitapları bir an önce okuyup bitirelim diye hummalı bir şekilde okumamıza hız verdik. Zira okuduğumuz kitapları bağış olarak gönderecektik.

Okuduğum kitaplardan birisi; aslında dört ciltten oluşan, iki cildi elimizde olan ‘Niteliksiz Adam’ adlı bir eserdi. Yazarı ise Robert Musil adında Avusturyalı bir yazar. Kitap, biraz da ülkemizin gündemini oluşturan ‘paralel yapılanma’ tespitine ilham kaynaklığı etmiş olabilecek bir roman. Roman olmasına karşın çok ağır bir dile ve anlatım tarzına sahip. Çoğu zaman siyasal, sosyal, ahlaki her şeye ilişkin saptamalar yapan çok ağır bir kitap olması sebebiyle bir türlü bitiremedim. Eğer bu süre içerisinde ‘Kapital’i okumuş olsaydım hem bütün ciltlerini rahatlıkla bitirmiş hem de anlayabilmek için çaba göstermiş olurdum. Evet, geç cevap yazmış olmamın nedenini de böylece anlatmış oldum.

Uzun yıllar önce, doğal güzelliklere sahip, halklarımızın kardeş olduğu komşu bir ülkede bulunmuştum. Ülkeye telefon açmamız gerekiyordu. O günlerde oralarda da her an, her yerde telefon bulunmuyordu. Bir otele gittik arkadaşımla. Resepsiyon görevlisine yarım yamalak İngilizcemle derdimi anlattım. Görevlinin yardımıyla telefon açıp arkadaşlarımızla görüştük. Sonrasında birer kahve içip durum değerlendirelim diye oturduğumuzda, Türkçe konuştuğumuzu duyan görevli yanımıza gelip kendi Türkçesiyle sohbetimize katıldı. Vay be! Buralarda bile Türkçe bilen yabancılar varmış sığ düşüncesiyle, bugünlerden baktığımızda, eksik kalmış yanımızla şovenist bir gurur yaşamış olduğumuz daha net bir şekilde orta yerde duruyor. Kendimize yaptığım bu biraz da ağır kaçan eleştirinin doğrululuk payı elbette ki var. Kof ulusalcı, tekleştirici, ötekileştirici düşüncelerden arınmadan ne kimse gerçek anlamda demokrat, sosyalist olabilir ne de ülkemiz demokratikleşebilir.

Yine yıllar önce, Zeki Uslu Hocamızın anlattığı bir blok derste ‘Gülünün Solduğu Akşam’ adlı, ülkemizin yiğit evlatlarının direniş ve katlediliş öykülerinin anlatıldığı Erdal Öz kitabını bir solukta okuyup bitirmiştim. Kitap elden ele dolaşıyor, hepiniz, bütün dostlar bir blok ders zamanında kitabı okuyordunuz.

‘Niteliksiz Adam’ı bitirdiğimin ertesi günü, yani 20 Mart’ta şimdi burada ayrıntısıyla anlatamayacağım bir dizi tatsız olay peş peşe yaşandı. Şu kadarını hepiniz de biliyorsunuz ki; devlet her zamanki ceberutluğunu gösterip suçsuzları, muhalifleri, gazeteci ve yazarları kodeslere tıkarken, şimdilerde olduğu gibi ihtiyaç duyduğu anda katilleri/katillerini birer kahraman edasıyla dışarı salıyor. Halklarımızın daha da yoksullaşması demek olan hırsızlıkları, vurgun ve talanları, yolsuzlukları küçük bir yasa değişikliğiyle yok sayıp kitabına uydurabiliyor.

Bu tatsızlıkların verdiği moral bozukluğuyla akşam çayından sonra benim için hazırlanmış özel ‘istirahatgâhıma’ çıkıp, yürek burkan acıklı içeriğinden haberdar olduğum yeni kitabımı okumaya verdim kendimi. Yani acıyı acıyla yenecektim. ‘Gülünün Solduğu Akşam’ı okuduğum gibi bunu da bir solukta bitirdim. Gece, saat 12 olmadan kitap bitmişti. Sevgili dostum Veli’nin beni ilk gördüğü zamanlarda çok ağlıyordum. Yıllar sonraki ilk görüşmemizde de karşılıklı ne güzel ağlamıştık öyle. Çok uzun süredir de hiçbir şeye ağlayamıyordum. Belki biliyorsunuzdur, bu süreçte yakınlarımızdan önemli kayıplar verdik, onlara bile ağlayamamıştım. Bunun aslında acımı kimseyle paylaşmak istememek gibi başka birçok nedeni daha vardı. Kitap biterken usul usul bir güzel ağladım. Sonra aşağıya indim, durumu arkadaşlara da aktararak moral verdim, uzun bir sohbete başladık. Ortamın puslu havası biraz olsun dağılmıştı.

‘Tamama – Pontus’un Yitik Kızı’ okuduğum kitabın adı, yazarı Yorgo Andreadis, adı geçen kişi ve yerlerle birlikte öykü tamamen yaşanmışlığa dayanıyor. Ermeni tehcirinin yapıldığı yıllarda, İttihat Terakki’nin memleketi Türkleştirme-İslamlaştırma adına inkâr, imha, asimilasyon politikalarını devreye sokarak bin yıllardır birlikte, bir arada kardeşçe yaşamış halklar, inançlar mozaiğini yok etme operasyonu temelinde Tirebolu-Espiye Rumları üzerinden çekilen acılar, sürgünler, ölümler, birbirinden ayrı düşmek zorunda kalmış yaşamların öyküsü üzerine kurgulanmış kitap.

Emperyalistlerin, ülkeleri, kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etmek amacıyla çıkardıkları savaşların tek kaybedeni, o dönemde de çocuklar, gençler, yaşlılar, genel olarak halklar olmuş. Pontus’ta, Anadolu’da, ‘Uzak Ülke’de, Kafkasya’da, Makedonya’da, Rumeli’de, her yerde… Bugün de dünyanın birçok yerinde kan ve gözyaşı birbirine karışıyor, anaların ağıtları yürekleri delerek evrene yayılıyor.

Yürekleri insan sevgisiyle dolu sevgili dostlarım, bu kitabı okuduğunuzda biliyorum gözyaşlarınız insanlık adına akacaktır.

Çok eskiden İngilizce-Türkçe kısa bir sohbetimizin olduğu otel görevlisi meğer bizim kardeşlerimizden biriymiş. Anadolu’nun her yerinde, Trakya’da, İstanbul’da bin yıldır birlikte yaşadığımız kardeş halktan biriymiş. Belki de Tamama’nın yerinden yurdundan edilen yeğenlerinden biriydi. Kim bilir?

Sizlere Neşe Dayım aracılığıyla yazdığım mektubumun sonunda her birinizi yürekten sevgimle selamlıyorum.” (23 Nisan 2014, Silivri)

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar