TOPLUM 

KAN KAYBI, AN KAYBI…

Toplumun ya da bireyin durumunu ölçecek kriterler “eşitlerin mukayesesine” bağlıdır. Gerilik neyi bildiğinin farkında olmamaktır. Buna bilmediğini bilmemek durumu denir. Bireyin kendine dönük hareketinin toplumsal olarak karşılığı da bilişsel düzeyin artması durumudur. İnsanın iki tür ölümü olabilir: Birisi “kan” kaybından, diğeri ise “an” kaybından. Yükselmenin yolu kendi omzuna basmaktan geçer. Sonrası omzundan bakan bir dev olmaya doğru gidiştir. Başkalarından üstün olmamız önemli değildir. Önemli olan dünkü halimizden üstün olmamızdır. İnsanı inançları değil; neyi, neden ve nasıl inanç haline dönüştürdüğünü bilememesi geriletir. Bilgiyi inanca dönüştürmeden edinebilmek temel bir altyapı sorunudur. Bilmeden benimsediklerimiz geriliğimizin/cahilliğimizin dipsiz kuyusunu oluşturur. Eğitimcilerin ve ebeveynlerin vermeye çalıştığı eğitimle doğadaki eğitim arasındaki makasın gün geçtikçe açılmasının sebebi mükemmel olmayanın mükemmeli aramasındandır. Doğada mükemmel yoktur. Mideden alkış toplamak doğanın işi değildir, doğanın işi doğal akıştır. Doğanın bilgeliği her daim insanın üzerindedir. Doğada iyilik de kötülük de yoktur. Toprak uygun koşullar oluştuğunda tohumu besler, nehir uygun koşullar olduğunda akar, yağmur uygun koşullar olduğunda yağar, insan ise uygun koşullar oluştuğunda yaşar. İnsanın anladığı anlamda iyilik ya da kötülük, kendi algısının dışavurumudur. Bu durum insanı doğanın parçası olmaktan çıkarmaz ancak en bozuk parçası haline getirir. Ağaç dikmek için bina yıkan insanla bina dikmek için ağaç yakan insan arasındaki fark doğadan kaynaklanmaz. Bu fark olsa olsa doğanın doğru ya da yanlış algılanmasından kaynaklanır. İçsel olarak kötülüğü yok edilebilmek,  iyiliği organize etmeye bağlıdır. Bu illiyet bağının temel yaratanı insandır. Tanrı kavramı da bu illiyet bağının bir ürünüdür. İnsanın içselleştirdiği iyilik–kötülük mücadelesinin kontrol altında tutulabilmesi için ortaya atılan kavramın adıdır tanrı. İyiliğin mükâfatlandırılması ya da kötülüğün cezalandırılması kontrol mekanizmasının devreye sokulması demektir. Böylece sömürünün normalleştirilmesi amaçlanır. Öteki dünyanın nimetleri ya da külfetleri kurnaz insanlarca sömürüyü sistematikleştirmek için dizayn edilmiş olamaz mı? Kişinin yaşarken elde edemediği ne varsa öteki dünyanın çıkınına konmuş olması tesadüf olabilir mi? An kaybını minimize etmiş toplumların, kan kaybına uğrayanlar üzerindeki tahakkümü sadece ilerilik–gerilik ekseninde tanımlanamaz, sömüren–sömürülen ekseninin de buna eklenmesi gerekir.

HAYKIRIŞ

Neden göçtük şehirlere? O ruhsuz yapıların içinde ruhumuzu neden hapsettik? Yemyeşil bir ruhun genetiğiyle oynanmasına neden kayıtsız kaldık? Neden oksijenimizi tükettik de nefes almak için o ruhsuzluğun iki-üç saat ötesinde çözüm aradık? Arabamız yoktu belki ama kağnı gıcırtıları arasında köyden tarlaya, tarladan köye gidişimizin zevkine varabildik mi? Köylü olarak çıktığımız yere şehirli olarak döndük mü? Yoksa insan olarak çıktığımız yere bir yabani olarak mı döndük? Doğduğumuz yerde doyamadık da geldiğimiz yerde çok mu tokuz? Şimdi köyünde bir ev bir de önündeki bostandan toplananla kahvaltı yapma hayali, genetiği değiştirilmiş ruhun haykırışı değil miydi? Ruhumuzun çamaşır suyunda yıkandığında daha mikropsuz olacağı yalanını kim söyledi? Köylü kurnazlığımız şehirli fırsatçılığına çevrilirken hepimiz oradaydık. Günahlarımızı beş vakit temizlemeye çalışmak ruhumuza yapılmış en büyük saygısızlık değil miydi? En iyisi olamadık da peki el iyisi olabildik mi? Cami avlusuna bırakılmış çocuk sendromuna ne vakit yakalandık? Özümüz Yengeç Sepeti Sendromu’nda mı yatıyordu yoksa? Nasıl izin verdik bu kadar çirkinliğe? Yersiz yurtsuz oluşumuzu diplomat çocuğu sendromuyla açıklarız belki ama ruhsuz oluşumuzu nasıl izah edeceğiz? Belki de hepimiz Estonya Feribotu Sendromu’na kapıldık…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar