EDEBİYAT YAŞAM 

BIRAK VE GİT

Herkes ruhumu bırakıp gitmemi söyledi. Soğuk ve anlamsız yüz ifadeleriyle bana bakıyorlardı. Bir ruh nasıl bırakılırdı, bilmiyordum. Ne demek istemişlerdi, onu da anlamamıştım. Çok şey anlamamı istiyorlardı. Oysa onların anlamadığı benim bozkır gibi çorak gönlümün ve aklımın sınırlarıydı. Hiç sürülmemiş, sulanmamış, tohum serpilmemiş, taş yığınına dönmüş topraktan sulu elmalar beklemelerini aklım almıyordu. “Ruhunu bırak ve git.” Bana söylendiğinden beridir aklımda bu söz. Yatarken, yürürken, yemek yerken… Bu kadar çok düşündüğüm bir sözü anlayamamanın yarattığı sıkıntı kalbimi kaplıyor, nefes alamıyorum. Son moda virüslere ihtiyacı yok benim nefes alamayışlarımın. Anlamlandıramamak kahrediyor beni.

Dört gündür evdeyim. Ne arayanım ne soranım var. Sokakların sesiyle avutuyorum eşsiz yalnızlığıyla meşhur ruhumu. Yalnızlığımın tek faydası, bana unutmayan bir kalp ve akıl bahşetmesi. Öyle güçlü bir ateş ki bu, kar kış demeden yanmaya devam ediyor. Yaz bitmiş, sonbahar geliyormuş, arkası kışmış önemsemiyor, yakıyor ve yanan şeyler parlıyor. Daha bir göze görünüyor. Düşman tetikte bekliyor.

Benim acılarım anılarımdan ibaret. Unutan bir ruha sahip olabilseydim, ezilen ve yok sayılan bir bütünün şişman karnını ve kalın ensesini unuturdum. Ense deyip geçmeyin, her gören bir şaplak yapıştırıyor. Şaplak yankılanıyor, birken on oluveriyor ve sen yalnız bir kavak ağacının altında tırnaklarını yiyorsun. Annenin hazırladığı kaşarlı sandviç için birkaç teneffüs sonrasını hayal ediyorsun. “Beyaz gazoz ve simit yiyeceğim yarın.” Kantinci kadın seni iri kafalı bir oyuncuya benzetiyor. “Bilmiyorum, tanımıyorum abla.” Bildiğimi söylesem koca kafalı olmayı kabullenecek olmaktan korkuyorum. Korkmayı öğrendiğinde zaten silik bir çocuk olup kavak ağacının gölgesine daha bir sokuluyorsun. Her şeyi geride bıraktığını sandığın an tanıdık bir yüz, bir koku, bir ses en başa, acının ve ağrının en çok rahatsız eden karanlığına tekrar götürüyor beni veya seni. Uzaklara gitmek istiyorsun. Herkesten ve her şeyden çok uzağa… İnsanlar beni tanımamalı. Bir deniz kasabasında, kışın deniz kenarında yürürken düşünüyorsun kendini. Yağmur yağıyor hafiften hafiften. Tekneler denize açılmayalı haftalar olmuş. Yalnızlık ağaca, taşa sinmiş. Dalgaların yüksekliğini acının yanında küçümsüyor, keşke diyorsun geçmiş zaman olsa. Sevdiklerimle yan yana. Eve dönmek… İnsan hep eve dönmek ister. Soğuk esen rüzgârdan önce kimsesizliğin endişesiyle titrersin. Yaza daha çok vardır. Bir zamanlar hayalin sandığın deniz evinde yalnızlıktan, sessizlikten küf kokarsın. Yaşamına son vermek isteyerek uyur, uyanır ama can tatlı olduğundan elini sürmezsin bir türlü güçlenemeyen bileklerine. Öyle de böyle de geçiyor zaman. Geçmeyen acılar. Düğün kasetlerini tekrar tekrar izlemek de fayda etmez geçen zamanın karşısında. “O, Ali Amca değil mi? Anne, ablama bak, ne komik oynuyor? Babam da ne yakışıklıymış.” Soru sorar, cevap beklersin. Artık Ali Amca’nı veya babanın yakışıklılığını onaylayacak kimse de kalmamıştır. Akşam uykun olmadan yatağa girersin. Tahtakurularının ayak sesleriyle teselli olmaktır yalnızlık. İnsanlara sesli düşünmeyi yalnızlık öğretmiştir, yoksa tembelliğinden ağzını açmaya üşenirdi insanoğlu. “Ruhunu bırak, git.” Şimdi daha iyi anlıyorum ruh ile anlatılmak istenileni. İnsan önce geçmişten vazgeçecek. Vazgeçmeyen ne şimdiyi ne de geleceği yaşayabiliyor. Anılar, seni mutlu ediyorsa aklına geldiğinde sevineceksin. Geçmişe üzülmenin kimseye faydasının olmadığını bilerek irmik helvanı kaşıklayacaksın.

Şimdi Karataş’tayım. Sabah yavaş yavaş aydınlanıyor. Deniz çarşaf gibi değil, yorgan gibi. Boy ver Muzaffer. İki kadın yazlığın balkonunda kahvaltı ediyor. Şort giymişler. Henüz genç ve mutlular. İkisi de bekâr. Çay içmeyi seven iki kadın. Eski bir fotoğraf makinesinin haklı gururu, anı yakalayacak olmasının garanti mutluluğu.

Ruhumu bırakmak istesem de bırakamam ben. Acılarıma saygım sonsuz. Her şey çok farklı olabilirdi. Geç gelen mutluluğun kimseye faydası yok.

Yeşil çay, ananas, şampanya, askıda unutulmuş teki kaybolmuş çoraplar…

Şimdi Erman’la Adana’nın bilmediğim bir mahallesinde sokakları bölüşerek yürüyoruz. Tren raylarına yakın bir mahalle. Açım. Yemek yiyecek param yok. Bu evde kıymalı börek, bu evde kabak dolması… Ellerimizde kâğıtlar, ağzımızda sorular. Üç beş kuruş kazanacak olmanın sevincindeyiz. Eve dönelim artık.

O günü hep pembe hatırlarım, yer yer de kırmızı.

Üzüm asmalı, sarı boyalı evin önünde kırmızı bir araba. Bir baba ve bir oğul… Babanın bıyıkları var. Oğul yakışıklı ve kendinden emin. Çirkin ve aç olan bir benim, bir de Erman.

Yokluğun gözü kör olsun.

Ruhunu bırak ve git” diyenlere selam olsun. Ne ruh bırakmak benimkisi.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar