EDEBİYAT YAŞAM 

‘HEP SONDAN BAŞLAR’, TEVFİK FİKRET, ANILAR…

Babam biz Paris’e giderken okulu bıraktığım için kırgın olsa da, bana Tevfik Fikret’in şiirlerini hediye etmişti. Bu bana o zamana kadar verdiği ilk hediyeydi. Annem ikisi adına bazı hediyeler verirdi, bayramda seyranda. Babamın bu yegâne hediyesi hep dolaştı durdu benimle. Şimdi sarı kapağı iyice eskimiş, sayfalarının içlerine kadar sirayet etmiş. Sanki o da yaşlanmış, hatta hasta olmuş. Acaba bir kitap ne zaman ölür?” (Hep Sondan Başlar, s.140)

Sahi, bir kitap ne zaman ölür?

Taçlı Yazıcıoğlu’nun ilk romanı ‘Hep Sondan Başlar’da okurların en beğendiği kahraman, bir “kahraman” olarak gördükleri Zerrin, babasının kendisine tek hediyesi olan Tevfik Fikret şiirlerini (bu hangi baskıdır acaba, 1962’de İnkılap’tan çıkan baskı olmalı diye düşünüyorum) eline alır ve “Bir kitap ne zaman ölür?” diye sorar. Bu kitap Zerrin’le birlikte ülke ülke gezmiş, sayfaları sararmış, kapağı yıpranmıştır. Zerrin’in bu sorusuna rağmen romanda belli ki kitap ölmemiş, üstelik ana kahramanın, Ece’nin hayatının bütün akışını değiştirmiştir.

Nisan başında Ankara’daydık. Yağmur yağıyordu; terasta, camlarda tıpır tıpır damlalar vardı…

Küçük, muttarid, muhteriz darbeler/ Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz/ Olur dembedem nevha-ger, nağme-saz/ Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz/ Küçük, muttarid, muhteriz darbeler” dizelerini okuyorduk biz de, her bahar yağmurunun camlara vuran damlalarını duyduğumuzda olduğu gibi kızımıza. Aylardan sonra yine üç kişilik ailemiz bir araya gelmişti birkaç gün için. Ankara’nın o çok özlediğim bahar kokusu değil, yağmur karşılamıştı bizi. Ve tabii, hafta sonu yasaklarından dolayı evde oturma zorunluluğu, keyifli kahvaltı masası, şiirli, bolca yaşanmışlıkları yâd etme saatleri…

Nisan biterken Çukurova Sanat Girişimi Çukurova Okulu’nda Taçlı Yazıcıoğlu’yla söyleşecektik, ‘Hep Sondan Başlar’ ekseninde konuşacaktık yazarlık ve yazma serüvenini. Ankara seyahatimde roman da benimle geldi Ankara’ya, yazarın diğer yazıları da ve tabii Tevfik Fikret’in şiirleri de…

Söyleşi-roman ekseninde, ama romanın bütün sırlarını açık etmeden bir değinmeyle geçti. Zaten buna zamanımız yetemezdi, yetmedi de. Farklı bakış açılarıyla incelenecek bir roman ‘Hep Sondan Başlar’. Zamanla o yazıları da okuyacağız farklı kalemlerden, eminim. Benim romana yönelik ayrıntılı değerlendirmelerimin biraz zamana ihtiyacı var. Demlensin isterim düşüncelerim, tekrar okudukça fark edilen ayrıntılar, incelikler üzerinde çalışılsın.

Bugün biraz da kişisel tarihimizle ilgili olarak bende bıraktığı izlenimlere yönelmek istedim. Romanın ana karakterinin bütün hayatını etkileyen, akışını değiştiren şair Tevfik Fikret ve onun ‘Sen Olmasan’ şiiri üzerinden düşünmek istiyorum.

Sen olmasan…/ Seni bir lâhza görmesem yahut,/ Bilir misin ne olur?/ Semâ, güneş ebediyyen kapansa, belki vücûd/ Bu leyl-i serd ile bir çâre-i teennüs arar,/ Ve bulur;/ Fakat o zulmete mümkün müdür alıştırmak/ Bütün güneşle, semâlarla beslenen ruhu,/ Bu rûh-ı mecruhu?” diye başlıyor şiir.

Yirmili yaşlarımızın başlarındayız. Gencecik bir edebiyat asistanı ve çiçeği burnunda (gerçekten öyle, daha bir-iki ay olmuş öğretmenliğe başlayalı) bir edebiyat öğretmeni… Bütün hikâyenin taptaze, yepyeni olduğu yıllar, mevsim de hiç geçmeyen, değişmeyen bir bahar… Bu şiiri okuyor asistan, genç öğretmen de mest olmuş bir şekilde dinliyor… Sessizce ve sıradan, öylesine, bin yıllardır benzerleri yaşanmış, onlardan sonra da yaşanacak olan ama onlar için biricik hikâyelerinin kahramanları olarak bu dizelerin, başka başka şiirlerin tılsımına kapılıp anılarını oluşturma çağındalar ömürlerinin.

Ece, büyükbabasının annesine hediye ettiği kitapla tanıyor Tevfik Fikret’i. Babasının büyükelçi olmasından dolayı yurt dışında geçiyor nerdeyse bütün hayatı, birkaç aylık yaz tatilleri dışında. Fransa’da, İngiltere’de okuyor. Annesinin yanından ayırmadığı kitaptaki şiirler, Tevfik Fikret’in şiirleri, Ece’nin belleğinde yer ediyor, kendisine okuna okuna.

Romanda Ece ve Suat, 1990 yılının 19 Ağustos’unda, Tevfik Fikret’in 75’inci ölüm yıldönümü anma programında Âşiyan’da karşılaşırlar. Ece için Tevfik Fikret, annesinin çocukluğunda Türkçesi ilerlesin diye okuduğu şiirlerin şairidir.

… Orhan Veli, Nâzım Hikmet değil de, neden Tevfik Fikret? Hiç bilmiyorum. Üstelik eski dille yazılmış. Annem ‘Kelimeleri anlamasan da, tınısını dinle,’ derdi. O tınıyı mı özlemiştim? Neden gitmiştim? Geçmişten kopamamanın, nostaljiye yenik düşmenin faturası çok fazla olabiliyormuş demek.” (HSB, s.61)

Kelimeleri anlamasan da, tınısını dinle.Servet-i Fünûn şiirinin özü… Sözlerle değil sadece müziğiyle de içe işleyen, ruhu besleyen bir şiir olması. Sanatta estetik değerler nelerle ve nasıl oluşturulur sorusu üzerinde düşünenlerin arayışlarla oluşturduğu her sanat eseri gibi çaba isteyen, anlamak için başka başka okumalar, düşünmeler gerektiren bir şiir. Şiiri sınırlandırdığı öne sürülerek eleştirilen aruz ölçüsü bile Tevfik Fikret’in bu dizelerinde bambaşka bir uyum unsuru olarak romanın kahramanı Zerrin’in dediği gibi “tını” olarak yer ediyor Ece’nin belleğinde.

Anılar kurgusaldır, diyor Taçlı Yazıcıoğlu. Söyleşinin ana çatısını da bu görüş oluşturmuştu. Romanın kahramanları da kendi hikâyelerini anlatırken buna değiniyorlar bir şekilde. Özellikle romanın başında Ece ve Tunç uzun uzun anılar, kurgusallık, otobiyografik roman ve otobiyografilerin işlevi üzerine tartışıyorlar. Romanın ana karakteri Ece, otobiyografik bir roman yazmak istemektedir çünkü. “Anıların kurgu olması? Bazı anlar hakkında anımsadıklarımız ya da hissettiklerimiz zaman içinde değiştiğine göre, tabii ki anılarımızı kurguluyor olabiliriz.” (s.27) “Demek ki hiçbir anı tek başına değildir. Hiçbir iki kişi aynı anıya sahip olamaz.” (s.40) “Hepimiz aynı zamanda anılarımızın müzesiyiz.” (s.24) gibi sözlerle Ece aracılıyla yazar sizi düşünmeye davet ediyor.

Kurgulanarak yazılmış bir yaşam öyküsü bir roman mıdır?” (s.32) Sizce? Siz nasıl yanıtlarsınız bu soruyu?

Hep Sondan Başlar’ı bir roman gibi okuyun ve macerasına kapılıp gidin. Birinci okuma zaten biraz da bunu gerektirmez mi? İkinci kez okurken nasılsa altını çizdiğiniz cümleler üzerinden yazarın sorguladığı ve okura sorgulattığı noktalara yoğunlaşmak gereği duyacaksınız. İyi yazar kendini okutur, daha iyi yazar sizi başka okumalara da davet eder.

Ece değil sadece, geçmiş ve anılar üzerine düşünen romanın diğer kahramanları da sorguluyor geçmişi. Mert bir yerde, “Yaşlandıkça daha mı fazlalaşır bu nostalji merakı? Eline geçecek yeni anılardan umut kesildikçe bitpazarında mı aranır mutluluklar?” (s.122) diyor, örneğin.

Ece romanda çok az söz almış, başkalarının gözünden anlatılmış gibi dursa da neden bu romanın başkahramanı, anlıyorsunuz; çünkü roman onun sözleriyle bitiyor: “…geçmişin yâd edildiği her durum mutsuz bir andır. Çok mutlu bir anın anımsanması bile o anla şimdiki zamanın karşılaştırılmasıdır, yine mutsuz eder.” (s.288) “Geçmişle konuştuğumuzda, elimize hiçbir şeyin geçmediğini ne zaman öğrenirsek, o an genç kalmanın sırrını da keşfetmiş olmaz mıyız? Hikâyelerimizin yegâne kahramanları biziz.” (s.291)

Sen Olmasan’ şiirinin son bölümü şöyle, romanda Ece’nin mektubunda da geçiyor:

Sen olmasan…/ Bu samimî bir itirâf işte;/ Sen olmasan yaşayamam:/ Seninle râbıtamız hoş bir itilâf işte;/ Fakat bu râbıta hâlî mi ruhu ezmekten?…/ Akşam/ Gurûba karşı düşündüm sükûn içinde bunu:/ Fenâ değil sevişip ağlamak, fakat heyhat/ Bükâya değse hayat!” (Hep Sondan Başlar, s.63)

Bükâya değse hayat! Değmiyor. Bunu bu uzayıp giden pandemi günleri, günleri mi ayları, yıllarına dönen süreçte daha iyi anlıyoruz. Kendi uçurumlarımızın en dibinde dolaşıyoruz, kuytularda karanlıklarda geziyoruz ama hiçbirine değmiyor hayat.

Kendi hikâyemize dönersem (ne diyordu Ece: “Hikâyelerimizin yegâne kahramanları biziz.”) yağmura, serin havaya, evde zorunlu kapanmaya rağmen küçük ailemiz bir aradaydı. Birlikte olmanın ve an’ın değerini bilmenin güzelliğini yaşıyorduk. Geçmişin ele geçmeyecek günlerini düşünüp hüzünlenmenin, yarının getireceklerinin tasasını çekip karamsarlığa kapılmanın bir anlamı yoktu. Yirmili yaşlarının heyecanlı asistanı değil; olgunlaşmış, birçok şiir değerlendirmesi yazmış, şiiri bilen bilim insanı sesiyle bize ‘Yağmur’u okuyordu yine sevgili. Aruzun cama vuran yağmur damlalarının tınısını nasıl yansıttığını hissettirecek şekilde vurgulayarak… Bu kez onu, gözleri ışıl ışıl iki kişi dinliyordu:

Küçük, muttarid, muhteriz darbeler/ Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz/ Olur dembedem nevha-ger, nağme-saz/ Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz/ Küçük, muttarid, muhteriz darbeler…” (Feûlün feûlün feûlün feûl)

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar