KÜLTÜR-SANAT 

KANA, ŞEHVETE VE AŞKA GİDEN BİR YOL / VAMPİRİZM

Vitali, gündüzlerin tüm izlerini sildiği; gecelerin ise onu tüm gizemiyle ve karanlığıyla tam içine aldığı bir adamdı. Bedeni sanki tanrıların ilahi suyuyla karıştırılarak yontulmuş kusursuz bir heykeli andırıyordu. Her zaman dimdik durmasına rağmen bu heykelin başından aşağıya doğru indikçe sadece dikkatle bakan gözlerin tanık olabileceği kıvrımlara sahip olduğunu görebiliyordunuz. Geceden daha kara saçları, yüzünün tam ortasında açılmayı bekleyen küçük bir tomurcuğu andıran burnu ve o bembeyaz yüzü; bir yaşam kadar beyaz ya da bir ölüm kadar beyaz olan o güzel yüzü… Vitali teninin beyazlığını daha da ortaya çıkaracak renkte gömlekler giyerdi, bu renkler genellikle kırmızı, bordo ve siyah olurdu ve o gömlekler her gün üzerinde başka bir hayvanı misafir ederdi. Bugün bordo gömleğinin tam sol tarafında bir kartal broş duruyordu. Kartalın gövdesi yeşil zümrüt taşlardan oluşuyordu, kanatları ise beyaz ve kırmızı pırlantalarla işlenmişti. Bu göz alıcı ve güçlü kanatlar adeta Vitali’nin kendisini simgeliyordu ama Vitali’nin en çok bakışları insanın kalbini deler geçerdi ve bu ok gibi bakışların nerede ve ne zaman geleceği asla belli olmazdı. Hükmedici, şehvet dolu ve yer yer de insanı dinmek bilmeyen ateşlere sürükleyen bakışların…” – İpek Bayraktaroğlu, ‘Gümüş Perde

Karanlık ve aydınlık, siyah ve beyaz, gece ve gündüz… Hayatımız birçok tezat duygunun birleşiminden oluşuyor ve çoğumuz çoğu zaman bu duygulardan sadece birini seçmeye mecbur bırakılıyoruz. Ahlak bekçileri dediğimiz sözde yaşamın düzenini sağlayan ama işin özünde insan hayatını cehenneme çeviren kişiler ve topluma göstermek zorunda olduğumuz ama içimize gömdüğümüz topraktan çıkmak için çırpınıp duran karanlık arketiplerimizle olan bitmez tükenmez savaşımız yüzünden kendimizi bu seçimlerin tam ortasında buluyoruz. Ben iyi olanı seçebilmenin ancak kötünün ya da kötülüğün tam içinden geçerek mümkün olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de hayatımın herhangi bir anında karşıma çıkan hiçbir duyguya kapılarımı kapatmıyorum, aksine o duyguyu ruhumun en uç noktalarına kadar hissetmeye çalışıyor ve onun kendi hikâyeme ekleyeceği yepyeni maceraları merakla bekliyorum.

Bugünkü hikâyemde ise geçmişten beri gizemini koruyan ama her daim merak uyandırmayı başaran fantastik-mitolojik evrenin kahramanları ya da anti-kahramanlarını anlatacağım ve yazımdaki her alıntıda sizlere benim kendi yarattığım vampirlerim eşlik edecek.

Vitali, doğduğu ve büyüdüğü küçük Calipato köyünde hep tuhaf davranışlarıyla tanınırdı. Doğumunda yanında olan şifacı kadın, Vitali’nin annesinin rahminden değil, bir ateşin içinden doğduğunu söylerdi. Bu ateşin içinden sadece Vitali değil, ete ve kemiğe bürünmeyi başarmış bir kikimora da çıkmıştı. Bu kikimora, Vitali’yi kendi göğsünde emzirmişti ama bu göğüslerden süt değil kan akıyordu. Zaten tüm tuhaf yaratıklar ve tuhaflıklar da Vitali’nin doğumuyla beraber ortaya çıkmaya başlamıştı. O günden sonra Calipato köyü uğursuzlukların başladığı yer olarak anıldı.” (İpek Bayraktaroğlu, Gümüş Perde)

KARANLIĞIN EBEDİ BEKÇİLERİ: VAMPİRLER

Gün ışığına ve güneşin kendisine karşı aşırı hassasiyetleri olan, gün batımı ve şafağın tam ortasında, yani alacakaranlıkta ortaya çıkan vampirler; insanların kanlarını içerek ve kalplerini yiyerek beslenen mitolojik yaratıklardır. Kimi vampirler bir tabutun içinde yaşarken kimisi insanların arasında yaşayabiliyordu. Bazen bir vampiri ıssız ve gizemli bir şatonun içinde bulurdunuz bazense nemli bir mağaranın içerisinde. Işık onların en azılı düşmanlarıydı; çünkü vampirler karanlığın ebedi bekçileriydi.

Zorak, Vitali’nin en yakın arkadaşıydı ama gündüzleri asla ortada görünmezdi. Gecenin en zifiriye çaldığı an Zorak’ın yaşama karıştığı tek andı. Kan kırmızı gözleriyle etrafa bakar, kilometrelerce uzaktan gelse dahi kanın kokusunu alırdı ama Zorak en çok korkunun kokusunu severdi. Ölümden delicesine korkan bir bedenin ve ruhun kokusunu…” (İpek Bayraktaroğlu, Gümüş Perde)

KUSURSUZ BİR BEDENDE RUHSUZ BİR YAŞAM

Vampirler, karanlığın ebedi bekçileri olsalar bile zamana ve yaşanmışlıklara direnmeyi başarmış kusursuz bir görünümleri olurdu. Acıyı bazen çok az düzeyde hissederler bazense hiç hissetmezlerdi. Vampir zehrini vücutlarında ilk hissettiği anlar, onların en güçlü ve en baş edilemez oldukları dönemleriydi. Kana susamışlıkları artınca gözlerinin kırmızısı daha da derinleşiyor, avlarını yakalama yetenekleri ise daha kusursuz hale geliyordu. Bir vampir aynaya hiç bakmazdı; çünkü hiçbir ayna onların suretlerini gösteremezdi. Bunun nedeni vampirlerin ruhlarının olmamasıdır. Onlar karanlığa ebedi kılınıp ölümsüzlükle kutsandığı gün ruhlarını kaybederlerdi. Bu ölümsüzlük, insanları her zaman tedirgin ederdi ve bir vampiri tamamen yok edebilmek hiç kolay değildi. Karşısındaki insanı sözleri ve bakışlarıyla kolayca manipüle edebilen vampirler, avlarıyla oynamayı da çok severlerdi. Güçlü manevraları ve avını hızlıca yakalama yetenekleri onları daha da karşı konulamaz hale getiriyordu ve bir vampirin kan radarına giren bir avın kurtuluşu pek mümkün olmuyordu.

Vitali yeni avını günlerdir bir gölge gibi takip ediyordu. Gün kendini akşamın ıssızlığına bırakıyor, Vitali de avının peşinden gidiyordu. Bu av, Vitali’nin zevklerine pek uygun değildi. Yaşlıydı, çirkin bir görünümü vardı. Yüzünün sağ tarafındaki yanık, adamı daha da çirkin hale getiriyordu. Bu yanık, adamın köle pazarında çok küçük yaştaki çocukları sattığı için aldığı bir cezaydı ama Vitali’ye göre yeterli değildi. Adam, bu yanığa rağmen küçük çocuklara işkence etmeye devam ediyordu. Bu yüzden Vitali’nin bu avı; zevk için değil, bu defa adalet için olacaktı.” (İpek Bayraktaroğlu, Gümüş Perde)

İNSAN İDİNİN BAMBAŞKA BİR YÜZÜYLE TANIŞIN: VAMPİRİZM

Yıllarca birçok söylencede ve mitolojide karşımıza çıkan vampirler, insanın varoluşundaki tüm bastırılmışlıkları, yani onun idini temsil eder. İçinde doğup büyüdüğümüz kültüre ve inanışlara tezat düşen her yanımız, din ve ahlak konusundaki her ihlalimiz, içimizdeki animayı ve animusu, yani ilkel hayvanı ortaya çıkarır. Vampirizm, bu animanın ve animusun tüm kısıtlamalara ve baskılara rağmen özgür olma halidir. Vampirlerin karanlıkta ortaya çıkışı gibi bizim içimizdeki id de, yani hayvansal yanımız da kendimizi en karanlıkta kalmış hissettiğimiz anda ortaya çıkar. Yani vampirizm sadece mitolojik bir yaratım değildir, ayrıca insan psikolojisinin en tenhada kalmış taraflarına açılan bambaşka bir penceredir. Psikolojiye kazandırdığı “arketip” kavramıyla tanınan ünlü psikiyatr Carl Gustav Jung da vampirizmi kolektif bilinçaltında aklı duran ve en ilkel formlarla ortaya çıkan arketiplerden biri olarak tanımlar.

Sevgi olmadan doğamazsın. Gerçek büyü budur. Doğmak için de önce ölmen gerekir ancak ölünce yeniden doğarsın, bu doğuş da bir sevginin tohumuyla başlar.” (İpek Bayraktaroğlu, Gümüş Perde)

Vampirizmin bu bambaşka tanımlara açılan pencerelerinden kendi ilkelerine ve düşünce yapılarına ters gelen her fikri veya davranışı günah olarak niteleyen din adamları da yararlanıyordu. Özellikle Orta Çağ Dönemi, vampir avlarının en yoğun yaşandığı dönemlerin başında geliyordu.

Vampirler sadece karanlıkla değil, kanla da bütünleştirilen varlıklardı. Kan, gücü temsil ediyordu. İlahiyatın ve maneviyatın tezadıydı. Kan ile yapılan büyüler, kurban törenlerinde akıtılan kan; Hıristiyanlık, Yahudilik, Müslümanlık gibi dinlerde bir kirlilik olarak görülüyordu. Kan, saf olanın özünü bozardı. Bu yüzden saf bir ruhta kanın yeri yoktu. Kanla beraber anıldığı için vampirizm de din düşmanlığının bizzat kendisi olarak görülüyordu.

Fakat her zaman bir seçim şansı vardı. Olmak zorundaydı.” (İpek Bayraktaroğlu, Gümüş Perde)

Monoteist dinler, inananlara cennet ve cehennem kavramlarını sunardı ve bu dinler toplumdaki otoritelerini bu kavramlarla sağlarlardı; ama vampirizmde bu kavramların bir hükmü yoktu. Çünkü bir vampir ya yarı ölü ya da ölümsüzdü. Bu varoluş halleri de vampirizmi cennet ve cehennem ögelerinden tamamen muaf kılıyordu. Yine monoteist dinler, insanın sahip olduğu güzelliklerin bir gün tamamen yok olacağına, ebedi olanın o kişinin ruhu olduğuna inanıyordu; ama vampirler kan emdikçe daha da gençleşiyor, güzelleşiyor ve bedenlerinin ebediyeti durdurulamıyordu.

‘Peki,’ dedi Zorak, ‘o kırbacı sırtına vuran el mi daha suçludur yoksa onu izleyen gözler mi? Ben ikisi arasında bir fark göremiyorum.’” (İpek Bayraktaroğlu, Gümüş Perde)

Skolastik düşüncenin ve engizisyonun en parlak döneminde annesi şifacı ya da cadı olan her çocuk şeytanın çocuğu olarak nitelendiriliyordu. Bu şeytan yeryüzünde de vampirlerin suretinde görünüyordu. Hıristiyanlığın sadece üreme amaçlı cinsel birleşme yasasına uymayıp kendi tutkularının ve zevklerinin peşinden gitmeyi seçen her kadın ve bu kadınların yaşadığı her cinsel birleşme vampirizmin bir uzantısı olarak görülüyordu. Bu kadınların bir vampirin zehrine maruz kaldığına inanılıyor ve kadınlara yapılan acımasızca işkencelerle bedenin ve ruhun zehirden arınması amaçlanıyordu.

Yine birçok Hıristiyan din adamı, vampirlerin fakir ve soylu olmayan halka musallat olduğunu düşünüyor, bu yüzden birçok köyü ateşe veriyorlardı. Yani bir lanet ya da bir zehir bile yine zengini teğet geçiyor ve fakire isabet ediyordu.

‘Amelya,’ dedi Vitali, sesi titriyordu, ‘çok uzun bir hayat yaşadım ve hep bunun benim için vazgeçilemez bir şey olduğunu düşündüm ama şu an zaman burada, dudaklarımın dudaklarınla buluştuğu anda donup kalsa buna asla itiraz etmezdim’” (İpek Bayraktaroğlu, Gümüş Perde)

BİR KIYAMET HIZLA BÜYÜYOR VE YAYILIYORDU

1223 yılıydı ve günah avcılığı için yola çıkan din adamlarının listesi giderek kabarıyordu. Bilimle uğraşan kadınlar (buluşları ve görüşleri İncil’e ters düşerse erkekler de bu listeye dâhil ediliyordu), şifacılar, ressamlar, şairler ve son olarak da vampirler bu listeye dâhil edilmişti. İngiliz din adamı Walter Map da görevinin başındaydı. Map’a göre kana susamış bir vampir bütün köyleri talan ediyor ve köydeki herkesin kanlarını emiyordu. Map, İncil’den ayetlerle ve kutsanmış su ile vampiri bertaraf ettiğini ve tehlikeyi ortadan kaldırdığını söylüyordu ama bir vampiri kılıçla öldürmek onu tamamen yok edemiyordu, sadece onu bir süreliğine derin bir uykuya bırakıyordu. O vampir belki birkaç gün ya da birkaç yıl sonra uykusundan uyanıyor ve eski gücüne yeniden kavuşmuş şekilde hayatına devam ediyordu.

Din adamlarının vampirlere ve vampirizme olan takıntısı da artık saplantı boyutuna gelmeye başlamıştı. Bu saplantının altında ise çok eskilere dayanan bir yaratılış mitinin kalıntıları vardı.

Amelya, o rüzgârın kızıydı. Toprağın bereketiydi. Tüm bitkilerin dilini anlar, onlardan yaptığı iksirlerle insanın yaşamının ve ölümünün ipini elinde tutardı.” (İpek Bayraktaroğlu, Gümüş Perde)

LILITH’TEN DOĞAN VAMPİRLER

Lilith ismiyle ilk olarak Sümer metinlerinde karşılaşsak da Lilith’in kutsal kitaplara konu olma sebebi; Yahudilerin tekvinine, yani yaratılış mitlerine dayanır. Bu metne göre Lilith, Hz. Âdem’in ilk karısıydı. Hz. Âdem gibi o da topraktan yaratılmıştı ve bu yüzden Lilith, kendini kocası Âdem ile denk görüyordu. Hz. Âdem ise bu eşitliği asla kabul etmiyordu. Lilith artık bu huzursuzluğa dayanamadı, hiçbir durumda bir erkeğin altında olmak istemiyordu. Bu yüzden cennetten kaçtı. Onu bulmak için gönderilen üç melek de onu Kızıl Deniz’de buldu. Lilith burada cinlerle ve şeytanlarla birlikte olmuş, bu beraberlikten de yüzlerce Lilim, yani şeytana benzer yaratık doğmuştu. Lilimlerin doğuşuyla Lilith’in günahları da tüm yeryüzüne yayılmış oldu.

Din adamları, vampirlerin de Lilith’in günahlarından biri olduğunu düşünüyordu. Avladıkları ve peşlerine düştükleri her vampir onlara göre Lilith’in yaşamış olduğu sapkın ve ahlaksız cinsel birlikteliğin bir sonucuydu.

Yeryüzünde güç elde edebilmek uğruna onurunu satmış insandan daha tehlikelisi yoktur.” (İpek Bayraktaroğlu, Gümüş Perde)

Tabularımıza uymayan ya da daha önce hiç karşılaşmadığımız şeylere hep en sert ön yargı değneğimizle yaklaşır ve onlara onları yok edene kadar vurup dururuz ama bazen ne kadar sert olsa da hiçbir darbe bazı duyguları ya da insanları devirmeye yetmez. Vampirler gibi…

Vampirleri yakalama saplantısı ile yola çıkan herkes en önemli detaylardan birini sürekli atlıyor, bu yüzden de elinde yalancı zaferlerden başka hiçbir şey kalmıyordu. Vampirlerin nasıl yok edileceğini kimse tam anlamıyla öğrenmemişti. Bilinmeyene olan bu büyük korku da büyük bir karmaşanın ve kaosun yaşanmasına sebebiyet veriyordu. Biri gümüşün vampirleri etkilediği varsayımını ortaya attı, bu varsayıma inanarak içine onların hapsedileceği gümüşten büyük kafesler yapıldı ve bu gümüş kafeslerin vampirlerin derilerini cayır cayır yakacağına inanıldı. Cennet ve cehennem olgularından uzak olan bu varlıkların gücünü azaltmak için her inananın boynuna ucundan haç simgesi olan bir kolye asması söylendi. Keşişler, gezdikleri her yeri tanrının sözleri ile mühürledi ve kutsal su ile yıkadı. Şehirlerin insandan en uzak ve en ücra yerlerine derin mezarlar ve hendekler kazıldı, elleri gümüş zincirlerle bağlanacak ve vampirler bunların içine gömülecekti. Yani bugün vampirizme konu olan her şeyin ilk satırları Orta Çağ’ın vampirleri tarafından yazıldı desek asla yanlış olmazdı.

Halktan esirgediğiniz yiyeceklerle burada her gün ziyafet sofraları kuruyorsunuz. Böyle alçak insanlarla aynı sofraya oturmaktansa günlerce aç kalmayı tercih ederim.” (İpek Bayraktaroğlu, Gümüş Perde)

TÜRK MİTOLOJİSİNDE VAMPİRLERİN YERİ

Türk mitolojisinde vampirler, vubar olarak anılıyordu. Vubar, Çuvaş mitolojisinde kötülükle dolu bir ruh olarak biliniyordu. Vubar, sadece geceleri ortaya çıkıyordu ve yalnızca insanlara değil, hayvanlara da musallat oluyor, onları işkence ederek öldürüyordu. Bazı vubarların şekil değiştirebilme yeteneği vardı. Kimi ağzından ateşler çıkaran bir yılına dönüşebilirken kimisi de karanlık bir gölge suretine bürünebiliyordu.

Adı ve bazı özellikleri değişmiş olsa bile geceye ve ölüme olan yakınlıkları ile vampirler ve vubarlar birbirlerine fazlasıyla benziyordu.

Ben senin zihninin tam içinde gezebiliyorum, sen ise benim aklımdan neler geçtiğini bilmek için kıvranıyorsun. Evet, benden korkmanı istiyorum. Kalbini ellerimle söküp onu dişlerimle parçaladığım düşüncesinin seni bitirip tüketmesini istiyorum. Evet, bir gün kalbini sökeceğim ama sen bunun ne zaman olacağını asla bilemeyeceksin, senin için geleceğim günü bekleyip duracaksın. Ve ben senin delirişini ve ruhunun yok oluşunu izlemekten büyük bir keyif alacağım.” (İpek Bayraktaroğlu, Gümüş Perde)

SANATTA VAMPİRİZM

Vampirizmin sanata ilk yansımaları tablolar üzerinden olmuştur. Ünlü ressam Edvard Munch’un 1895 yılına ait ‘Aşk ve Acı’ adlı tablosu hafızalara bu addan çok vampir adıyla kazınmayı başarmıştır. Tabloda ilk bakışta birbirine sıkıca sarılmış bir kadın ve adam tasvir edilmiş gibi görünse de kızıl saçlı bu kadın, erkeği aslında boynundan öpmektedir. Bu öpüş bir vampirin ısırık anını andırır. Kurbanını usul usul kendine bağlayan vampir, onu lezzetin en yoğun olduğu yerden, yani boynundan ısırıp kendini zevkin içine bırakır. Tablonun bu anı, bizi vampirlerin başka bir bilinmezine daha götürür.

Edvard Munch, ‘Aşk ve Acı’

EROTİZMİN İLK TEMSİLCİLERİ

Vampirler, ilk erotik kahramanlardır. Onlar için hayatın kan dışındaki en büyük güzelliklerinden biri âşık olduğu insanlara karşı kan kadar kırmızı bir tutku beslemeleri ve cinselliği zevk temelli yaşamalarıdır. Vampirler, genellikle kendi türlerine âşık olsalar da damarlarında bu zehir dolaşmayan insanlar da bir vampirin aşk radarına girebiliyordu. Ve kana susamışlıklarını dengede tutmayı, hatta çoğu zaman bastırabilmeyi bu aşk sayesinde öğreniyorlardı. Ruhu olmayan vampirlerin kadın ruhundan çok iyi anlaması, sahip oldukları özel yeteneklerden biriydi ve bir vampirin ilacı olarak gördüğü aşkını elinden almaya çalışmak onu daha tehlikeli hale getirmekten başka bir işe yaramıyordu.

Senin derdin vampirleri yakalamak falan değil. Senin asıl niyetin o vampirlerle kendi günahlarını insanlara unutturmak. Bu da seni düşündüğün gibi aziz bir adam yapmaz, sadece sahtekâr yapar.” (İpek Bayraktaroğlu, Gümüş Perde)

EDEBİYATTA VAMPİRİZM

Vampir edebiyatı deyince akla ilk gelen isimlerden olan Anne Rice, sadece içinde vampirlerin olduğu kitaplar yazmakla kalmaz; üniversitelerde bu alanla ilgili kürsüler kurulmasına öncülük eder. New Orleans-Louisiana’da doğan Anne Rice’ın kitapları da doğduğu yerde geçer. Onun vampirleri daha çok Rönesans Avrupa’sına ya da Orta Çağ karanlığına yolculuk eder. Bu yolculukta mumyalar, cadılar ve kurt adamlar da Rice’ın vampirlerinin en tanıdık eşlikçileri olur.

Mitolojiden alışık olduğumuz tüm vampir özellikleri Rice’ın satırlarında kendine yer bulur. Rice çok inançlı bir Katolik’tir ve biz onun kitaplarını okurken bu inancın koyuluğunu hemen fark ederiz. Rice hikâyelerini İncil’den birçok mesajla ve alıntıyla ustaca harmanlar, onun hikâyelerinde masumiyet ve günah, karanlık ve aydınlık hep iç içedir.

Kırmızı ay beyaz ayla karşı karşıya geldiğinde/ geceler gün ve gündüzlerle yer değiştiğinde/ ak baykuşun ninnisi duyulacak gökyüzünde. / Yeniden kutsanacak anaların rahimleri/ ve o gün yeşerecek ölümsüzlüğün çiçekleri.” İpek Bayraktaroğlu, Gümüş Perde

– Anne Rice –

VAMPİRİZME YEPYENİ BİR SOLUK GETİREN İSİM: STEPHENIE MEYER

Amerika’nın en ünlü yazarlarından biri olan Stephenie Meyer’ın kaleme aldığı dört kitaptan oluşan ‘Alacakaranlık’ serisi, vampirizm üzerine yazılan kitaplara yepyeni bir soluk getirir. Meyer’ın vampirleri, yani Cullen ailesi, kitaplarda vejetaryen, yani insan kanıyla değil sadece hayvan kanıyla beslenen vampirler olarak karşımıza çıkarlar. Diledikleri her yere akıllara durgunluk veren bir hızla gidebilen vampirler, ‘Alacakaranlık’ serisinde bu yönünü pek kullanmaz, bunun yerine araba kullanmayı tercih eder. Daha önce okuduğumuz vampir romanlarında karşımıza çıkan o kasvetli ve karanlık atmosfer bu seride yoktur. Seri Amerika’nın Forks kasabasında geçer. Bu kasabanın vampirizmle en uyuşan yönü sürekli yağmurlu ve ıslak olmasıdır. Forks’ta güneş nadiren açar ve Cullen ailesi de o günlerde asla ortalarda görünmez. Vampirler, genellikle kötü taraflarıyla tasvir edilir ama Meyer, ‘Alacakaranlık’ta vampirlerinin hep iyi yönlerini ortaya çıkarır ve bu çıkış okuyucunun gözünden asla kaçmaz.

– Stephenie Meyer –

ÖZGÜVENSİZLİĞİN ALACAKARANLIĞINDA…

Isabella Swan, serinin onun bakış açısıyla anlatıldığı ana karakteridir. Yıllarca annesi ve üvey babaları ile çeşitli ülkelerde yaşamış, lise eğitimi için Forks’ta yaşayan babasının yanına taşındığında serinin diğer ana karakteri ve en cezbedici vampiri Edward Cullen ile tanışmış ve ona âşık olmuştur. Edward’dan önceki Bella çok pasiftir, savruktur, kırılgandır, kendi varoluşunu anlamsız bulur ve bu anlamı Edward tamamlasın ister. İnsan olmak da onu asla mutlu etmez, kendini bulabilmişliğinin ancak vampire dönüştüğünde mümkün olduğunu söyler. Isabella, kendine olan özgüvensizliğinin kalkanı olarak sadece Edward’ı görür.

İNANÇLI VAMPİRLERLE DOLU BİR VAMPİRİZM

Edward, 17 yaşında gibi görünen aslında 109 yaşında olan bir vampirdir. Üvey babası Doktor Cullen onu hep iyiyi seçebilme şansı vererek yetiştirmiştir. Ailenin babasının bu denli ahlaklı ve inançlı oluşu vampirizmle yine tezatlık gösteren noktadır. Çünkü vampirler kendileri dışında hiçbir şeye inanmaz ve ahlaki tabularla da durdurulamazlar.

Bu kadar beyazlığın içinde okuyucu kendini çoğu zaman bir vampir romanından çok romantik bir aşkın içinde hisseder. Zaten yazarın da hikâyesindeki ana ekseni Edward ve Bella arasındaki aşktır.Alacakaranlık’ serisi insanın baskılanmış idini; yani anima ve animusunu gözler önüne seren bir idealizmle yazılmamıştır.

Dudakların bana bir şeyler söylüyor ama kalbinden geçenlerin bunlar olmadığını biliyorum. Çünkü senin kalbinin dili hiçbir zaman dudakların olmadı, Vitali. Senin kalbin, bakışlarındı.” (İpek Bayraktaroğlu, Gümüş Perde)

TEDİRGİNLİKTEN, GÜLÜNÇLÜĞE DOĞRU GİDEN YENİ BİR YARATIM

Anne Rice romanlarında ve diğer vampir efsanelerinde sıkça karşımıza çıkan vampirlerin avını sadece sözleriyle değil, giyimiyle ve tavırlarıyla baştan çıkarma durumu ‘Alacakaranlık’ serisinde kendini hiç göstermez. Meyer’ın vampirlerinin kıyafetleri hiç dikkat çekici değildir, hatta fazlasıyla sıradandır.

Uzun bir yaşamla kutsanmış olma durumu vampirlere her zaman bir başına buyrukluk verir, onlar kalabalıklar içinde olmaktansa tek başına olmayı tercih ederler, bu nedenle de çoğu zaman bencil bir yaklaşım sergilerler; ama Cullen ailesinde bu yoktur. Onlar aile olabilmeyi her şeyin üzerinde tutarlar ve ailenin hiçbir üyesinde gözle görülür bir bencillik yoktur.

Vampirler neredeyse her çağda yaşadıkları ve tecrübelerle dolu bir hayat yaşadıkları için kütüphane gibi bir belleğe sahiptirler. Cullen ailesinin yaşlarını gizleyebilmek için sürekli liseyi okuması ve birçok konuda bilgisiz olup sürekli arama motorlarından yardım almaları okuyucuya tuhaf gelmekle birlikte gülünç de gelir, hatta seri en sert eleştirileri de bu gülünç noktalardan alır.

Karanlık yine gökteki yerini almıştı ama bugünkü karanlık diğerlerinden farklıydı. Karanlığın hep kendine has bir sessizliği olurdu. Bugün o sessizlik yoktu. Bir şeyler olmak üzereydi, Amelya bunu hissedebiliyordu.” (İpek Bayraktaroğlu, Gümüş Perde)

Ayrıca Cullen ailesini okurken onları hiç durdurulamaz bir kana susamışlık içinde bulmayız, onların günlerce beslenmeden yaşayabildiklerini görürüz. “Kandan gelen güç, güçten gelen kan” denklemiyle yaşamlarını sürdüren, yani “avlandıkça güçlenen vampir” tezi Cullen ailesinde bambaşka bir boyuta ulaşır. O da; en büyük güç kan değil, insanın sevdikleri ve ailesidir!

Kendine gerçekten inanan bir yürek, her savaşı kazanır.” (İpek Bayraktaroğlu, Gümüş Perde)

Vampir edebiyatının çok içinde olan birçok okur, ‘Alacakaranlık’ serisinin vampirizmin birçok ilkesini yerle bir ettiğini ve bu yüzden kurgunun da ana ekseninden saptığını düşünüyor. Ben serinin tüm kitaplarını okumuş biri olarak yazarın anlatım dilini oldukça lezzetli buluyorum ve vampirizmin okurken insanı huzursuz ve tedirgin eden o çekiciliğini yenilik adı altındaki gülünçlüklere tercih ediyorum.

GERÇEK HAYATTAKİ KAN EMİCİLER

Görüntüleri, özellikleri ve öldürme yetenekleri ile vampirler, kimileri için oldukça tehlikeli olarak görülürken kimileri için fazla çekici olabiliyorlar. Beni geçmişleri ve hikâyeleriyle her daim büyülemeyi başaran bu fantastik-mitolojik kahramanlar tek bir ısırıkla bir hayatı bitirebiliyorlar ya da yeni bir hayatı başlatabiliyorlardı ve yaratılışlarının özünü saklamaktan asla çekinmiyorlardı. Şimdilerdeyse aramızda insani bir surette, güneş ışığından da etkilenmeyen vampirler yaşıyor. Bizi sözleriyle, eylemleriyle ve bitip tükenmeyen kötülükleriyle kemirip bitiriyorlar ve bana göre onlar bir lahidin ya da mezarın içinden çıkan vampirlerden daha tehlikeli ve acımasızlar…

Bu yazımla sizlerin de vampirizme olan ön yargılarınızı bir nebze olsun azaltmaya ve vampir edebiyatının içine doğru küçük ama güçlü adımlarla ilerlemeye gayret ettiğimi sizlere göstermeye çalıştım. Dilerim yerini bulur ve hepinizin fantastik vampiri bol, insani vampiri az olur…

Ve umut, uçsuz bucaksız bir denizin ortasında yanmaya mecbur bırakılmış küçük bir ateş tanesi olsa da ben onu sönmekten korumaya devam edeceğim.” (İpek Bayraktaroğlu, Gümüş Perde)

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar