28 MAYIS’A NASIL GELİNDİ VE SONRASI…
-ÇANAKKALE-
Biz, her eğitim seviyesi grubuna mensup bireyler olarak çok yüzeysel düşünen bir toplumuz, bunun sebebi analitik düşünmeyi destekleyici bir eğitim sistemimizin olmamasıdır. Bu koşullarda eğitilmiş bir toplumda sadece eğitim kurumlarında değil, analitik düşünme yeteneği kazanmış ebeveynler olarak aile içinde de sorgulayıcı, merak eden, araştıran, doğruyu bulmaya yönelen bir yapının olması sağlanabilir.
Analitik düşünme; kısaca bir olguyu analiz etme becerisidir. Şüpheciliği barındırır, şüphe etmeyen analiz yapma gereksinimi duymaz. Sorunları çözme becerisi geliştirir.
Amerikan filmlerindeki ders sahnelerinde öğretmen ile öğrenci arasında interaktif tartışmanın bulunduğu dikkatinizi çekmiştir. İster edebiyat, ister tarih, isterse fen bilimleri olsun öğretmen bilgiyi vermeden önce öğrenciyi düşünmeye zorlar, fikir üretmeye zorlar. Daha sonra da verdiği bilgiyi bir bilim insanı ya da yazarın analiziyle örneklendirir ve “Siz ne dersiniz?” diye sorar.
Bütün eğitim sistemi boyunca bu şekilde zihnini yönetme becerisi kazanan kitle aynı zamanda doğruyu ve yanlışı ayırt etme becerisi de kazanmış olur.
Celal Şengör Hoca’nın yaptığı bazı analizlerin toplumun genel eğilimlerine aykırı bulunmasının nedeni budur. Örneğin son zamanlarda yapılan bazı uluslararası analizlerde Türk halkının ortalama IQ’sunun 90 çıktığını, bunun bir sayı altının geri zekâlılık kategorisine girdiğini söylemektedir. (https://www.youtube.com/watch?v=-6VOgpKt3s4)
Ben onlarca yıldır eğitim sistemindeki bu eksikliğe dair bir tespit yapıyordum. Eğitim sisteminin en önemli unsuru bilgi edinmek değil, bilgileri analiz edebilmektir. Ancak bu analiz sayesinde var olan bilginin doğruluğu sürdürülebilir ya da gerçeğine ulaşılabilir. Örneğin Darwin’in ‘Evrim Teorisi’ kendini buna adamış bir bilim insanının topladığı bilgilerle ilgili yaptığı analizlerin ürünüdür. Bu analizleri yapan başka bilim insanları olmuştur; ancak bazı detaylarda ispatlanamayan noktaların bulunması nedeniyle çürütülmüştür.
Verdiğim bu örnekte bir adanmışlık var. Pek çok bilim insanının ortaya koyduğu davranış şekli budur. Analiz yeteneği gelişmiş bir insan için bunu yapmak mutluluk kaynağıdır. Kişi analiz esnasındaki bulgularından büyük heyecan duyar ve tıpkı bir girdap gibi konunun derinliğine doğru daha fazla çekilir.
Siyasal ve toplumcu tercihlerimiz de entelektüel kazanımlarımız da analitik düşünme ya da düşünmemenin bir sonucudur.
Bugün içinde bulunduğumuz siyasal atmosfer toplum olarak entelektüel birikimlerimizin sonucudur. Analitik düşünmeyen söylenen sözlere şüpheyle bakmayan, neye göre tercih yaptığının bile farkında olmayan kitlelerin oransal çokluğu bizi bu noktaya getirmiştir.
Daha önce de ben bu noktaya gelişimizin kronolojik tarihsel olaylarını yazmıştım. Bu noktaya gelişimizin tesadüf olmadığını süreç boyunca dergi, gazete, kitaplardan okuduğum bu kronolojik tarihten biliyorum. Eğer biz buraya nasıl geldik diye merak edip sormuyorsak geleceği düzeltmeyi asla başaramayacağız.
“Ekrem İmamoğlu olsaydı kazanırdık” diye söyleyenler var, kimisi “Mansur Yavaş” diyor.
Peki, şimdi soruyorum, bu seçim sürecine gelinceye kadar neler yapıldı: Kılıçdaroğlu, MHP’den kopan İyi Parti’nin seçime girmesini engellemeye çalışan iktidarın oyununu bozmak için İyi Parti’ye 15 emanet milletvekili verdi. Böylece İyi Parti grup kurarak seçime katılma hakkı kazandı. Sadece CHP’nin çabasıyla ülkeyi bu iktidardan kurtaramayacağını gören Kılıçdaroğlu, İyi parti ile görüşerek ittifak kurdu. İttifak ilk başarılı sonuçlarını yerel seçimlerde elde etti. Nüfusu çok yüksek olan 11 büyükşehir belediyesini elde etti.
Hedefini de açıkladı. Yerel yönetimlerde halktan yana belediyecilik uygulayarak ve seçmen kitlesine ülkeyi de iyi yönetmeyi başaracakları mesajını vererek genel seçimleri kazanacaklarını ifade ettiler ve hazırlık yaptı.
Genel seçimlere 1 yıl kala kurduğu ittifakı ülkenin farklı eğilimli insanlarını içine alacak şekilde genişletti. Sol ile görüştü, onları ittifaka almasa bile onlardan destek alacağını biliyordu. Çünkü sol, bir ülkede en önemli demokratik güvencedir. Onlar genellikle okuyan, bilgi edinen, analitik düşünen yöneticilere ve seçmen kitlesine sahip olduğunu bildiğinden destek alacağından hiç şüphesi yoktu. HDP lideri Selahattin Demirtaş’ın da sol kökenli olması büyük bir güvenceydi, zaten desteğini de açıklıyordu.
Seçim tarihinin belirlenmesiyle beraber daha fazla halka ulaşmak amacıyla her gün 3, bazen de 4 miting yaptı. Birlik çağrısı yaptığı TV reklamlarında ittifakın parti liderleriyle çok güven oluşturmaya çalıştı.
Sonuç: 12 Eylül’ün Amerikan destekli Evren cuntası ülkenin kültürel yapısını, eğitim sistemini, hukuk sistemini, siyasi parti yapısını değiştirmişti. Etkisizleştirdiği sivil toplum kurumlarını, sendika düzenini değiştirmesi sonucu yarattığı pasif, korkak ve biat eden insanların çokluğu ve hepsinden önemlisi, ele geçirilmiş medya nedeniyle kendi çıkarlarını bile âşık olduğu bir lidere feda eden bir kitleyi değiştirebilmek ancak iktidara gelebilmekle mümkün olabilir.
Sizce de bütün bu başarıları iki büyükşehir belediyesi başkanının becerebilmesi mümkün müydü? Bütün bu organizasyonlar ancak saygınlık ve güvenilirlikle elde edilebilmişti.
Yapılması gerekenin, toplumun bütün sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yapmak olduğunu düşünüyorum.