HER UMUT GİBİ
REKREATİF BAKIŞ
-BÜYÜKADA-
Gökyüzündeki koyu gri bulutlar, önümde göl gibi durgun uzanan denize renklerini vermişti. Öyle ki ufka baktığımda nerede deniz bitiyor, nerede gök başlıyor, belli değildi.
İleride sağda Kınalıada’dan başlamak üzere ardı sıra Adalar görünmekteydi ve daha da sağda, bir zamanlar yemyeşil görünen ve artık bu mesafeden taş ocağını andıran Yassıada ve yanında Sivriada vardı.
Fenerbahçe Burnu nispeten yeşil kalmıştı ama Bostancı’ya doğru uzanan ve o an gözlerimin göremediği fakat bildiğim o güzel sahil, yüksek binalarla çevrelenmişti.
Son 25 senede bu çok sevdiğim şehir ne kadar da kötüye doğru değişmişti! Olası bir depremin hemen her gün konuşulduğu, kaçınılmaz olduğu ve önümüzdeki 10 sene içinde gerçekleşeceği düşüncesine rağmen sanki ve özellikle “Vatandaşlar bina altında kalıp ölsün” dercesine bir imarlaşma gerçekleşmişti.
Sadece rant düşünülmüş, insanlar ve insanca yaşama dair hemen her şey yok varsayılmıştı…
Siyaset dediğimiz toplumsal araç, milleti düşünmesi gereken yönetim sistemi, dişleri keskin dev bir çarklıya dönüşmüş, adeta yedi başlı ejderha misali her koldan halkı sömürmekteydi… İnsanlar bir baştan kaçsalar diğer başa yeniliyor, bir dişliden kurtulsa diğerinin altında eziliyordu!
100 yıllık Cumhuriyet tarihimiz hiç bu kadar kötü bir düzensizlik ve derin bir adaletsizlik yaşamamıştı…
Moda’da oturduğum yerden o gri denizle göğün buluştuğu ufka bakarken ve aklımdan bu düşünceler geçerken gözyaşlarıma engel olamadım. 55 yaşına kadar onca şey yaşamış koskoca bir kadın olan ben, her zaman gittiğim Moda Deniz Kulübü’nde öylece ağlıyordum.
Oysa bu ülke için ne kanlar dökülmüş, ne canlar verilmiş, ne müthiş mücadeleler sergilenmişti! Sömürülen onca ülkeye, geri kalmış nice bölgeye ne inanılmaz bir örnek ve esin kaynağı olmuştu genç Türkiye Cumhuriyeti!
Ve ben, yıllar önce Sivas’a gittiğimde de, vatanı kurmak ve kurtarmak için memleketin dört bir yanından, o günün atlı-kağnılı koşullarıyla Sivas’a gitmiş olan cesur vatanseverlerimizin oturduğu sıraları görünce çok duygulanmış ve ağlamıştım!
Gitmiş olanlar bilir; o günün kahramanları, ancak ilkokul öğrencilerine uygun diyebileceğimiz boyda tahta sıra ve masalarda oturup ülkemizi bugünlere taşımışlardı.
Bildiğin tahta sıra ve masa…
Minicik, daracık ve saatlerce oturulup tartışılan sıralar ve masalar!
Bugünün ceylan derili koltuklara sahip Türkiye Büyük Millet Meclisinde ise daha yenilerde AKP Milletvekili Özlem Zengin, kürsüde konuşurken fenalaşan Saadet Partisi Milletvekili Hasan Bitmez için “Allah’ın gazabına uğradı” diyordu!
Milletimizin meclisinde!
Türkiye Büyük Millet Meclisinde!
Ülkemizi kuranların o tahta sıralı ve masalı ilk Meclis’inden geldiğimiz noktada bugün, atamayla ceylan derili koltuğa oturan ve adı bin bir yolsuzluğa karışmış bir kadın vekil bu denli seviyesizdi!
Sahi, ülkemizi, devletimizi, aziz milletimizi bunlar mı temsil ediyordu? Bunlar mı edecekti?
Kimdi bunlar?
Ve ne cüretle bu denli seviyesiz olabiliyorlardı?
“Gazi” unvanı verdikleri milletin meclisine hakaret etmek, beddua etmek, küfürleşmek, kavga etmek için mi atanmışlardı?
Niye atanmışlardı?
Atanma fikri bile öyle korkunçtu ki!
O denli Cumhuriyet’imizin ruhuna aykırı bir durumdaydık ki…
Ama gerçek buydu ve hiçbiri seçilmemişti!
Her biri keskin dişli çarkın bir parçasıydı ve hiçbir partinin hiçbir siyasetçisi, merkezi veya yerel fark etmez, halk tarafından seçilmemişti!
Seçilmemişti çünkü o dişli çark, kendi seçtiği adayları milletin önüne koyuyor ve halkı seçmeye zorluyordu!
AKP tarafında oylar lidere, CHP tarafında partiye veriliyor; ara ara bu partilere isyan edenler soldaki veya sağdaki alternatiflere küçük oranlarda kayıyor ama siyaset arenası yedi başlı dev olarak kalıyordu.
Geldiğimiz noktada, 3-5 dürüst siyasetçi dışında, kötünün iyisi diyerek oy veriyorduk.
Çalıyorlar ama yapıyorlar.
Çalıyorlar ama yapmıyorlar.
Yalan söylüyorlar ama arada doğru da söylüyorlar.
Tencere dibin kara, seninki benden kara.
Terörist, FETÖ’cü, siyonist.
O onunla yatmış, bunun bununla kaseti çıkmış…
Vs. Vs.
Bugünün yozlaşmış siyaseti içinde, hakaretten küfre, nefretten ötekileştirmeye, yolsuzluklardan talana uzanan yedi başlı ejderha düzeninde halkımız içine kıstırıldığı yoksunluk, adaletsizlik ve yoksulluk mağarasından nasıl çıkacaktı?
Ne oluyordu bize?
O mağaranın içi karanlık da olsa ileride duran ve içeriye ışık süzülen kapıyı kim ve ne zaman gösterecekti?
Oturduğumuz yerden şikayet edip Godot gibi bekleyecek miydik?
Biz ki efsanemizde demir ve ateşle bir dağı aralayıp özgürlüğümüze kavuşmuş bir milletin torunlarıydık!
Nereye kadar bekleyebilirdik ki?
Acaba halkın kendisi, ortak bilinçle, aydınlığı görebilir miydi?
Görebilir miydik?
Yoksa her şey, dolup taşan Anıtkabir ziyaretleri, zaman zaman yapılan dev mitingler ve sosyal medya isyanlarıyla mı sınırlı kalırdı?
Yerel seçimlere 3 ay kala önümde grileşmiş deniz ve bir o kadar koyu renk olan gökyüzü bana, tıpkı içinden çıkamadığımız mağara gibi göründü!
Oysa o bulutların hemen üzeri, günlük güneşlikti…
Ertesi gün çok sevdiğim bir arkadaşımı aradım; Rifat’ı. Siyasetçiydi, akıllıydı, deneyimliydi ve ona güveniyordum. Konuşurken bana “Adalar’dan aday olsana” dedi.
Ara ara aklıma gelen bir şeydi Adalar Belediye Başkanlığı’na aday olmak. Fakat ben o çarkın dişlisi olmak istemiyordum. Ben, bugünün siyasetinin gerektirdiği paraya sahip veya kazandıktan sonra yatırdığı milyonları geri alma hırsıyla rantçı biri değildim. Ben agresif de değildim.
İstediğim şey, atanmamış, Ada’dan gelen, Adalıların sorunları bilen, çözüm üretme konusunda çok sesli düşünceye önem veren, insanca yaşamanın koşullarını yaratarak güzel günleri Adalılarla birlikte inşa edecek bir yaklaşımla siyaset yapmaktı. Bu yaklaşım beni bağımsız kılıyordu; çünkü partilerin hepsi, adaylarından önce kendi siyasi partilerini düşünmelerini istiyordu.
Hatır, rant, parti derken halk ancak sona kalıyordu.
Hatta muhalefetin kazandığı bölgelere doğru dürüst hizmet dahi verilmiyordu…
Ben ise halkı öncelliyordum!
Ama insanlarımız bu yaklaşıma ne derdi?
Bağımsız bir adaya oy verilir miydi?
Halkımız, çarkın dişlisinden çıkmaya adım atar mıydı?
Yoksa değiştirmeye çekinir ve belki de siyaseti tamamen protesto ederek oy kullanmamayı mı seçerdi?
Konu kazanmak mıydı?
Örnek olmak mıydı?
Ben şikâyet edenlerden mi olacaktım, kapıyı aralayanlardan mı?
Sonunda şöyle düşündüm:
Karar bir kez veriliyordu.
Vermiştim.
Verdikten sonra asıl konu, o yolu nasıl gittiğim idi!
O yolu kendime nasıl yakıştırıyor ve halkımıza neyi layık görüyorsam öyle yürüyecektim.
Bu yol güzel bir yoldu; dürüst, şeffaf, içten, yaşanılanların dile geldiği, paylaşılarak gelişen ve ejderhaya “Çarkın dişlisi değilim” diyen bir alternatifti…
Geleceğe örnek olacak bir adımdı.
Anılaşıp kitaba dönecek ve çoğalacaktı.
Her umut gibi!
Ve ben, umut olmayı seçtim…