YAŞAM 

ÇİÇEKÇİ KADIN, KAKTÜS VE AŞK

İğde ağacı almam gerekiyordu. Sevgi dolu bilge bir kadın vardı. Yirmi yaşındayken kaybettiği oğlunun, yüreğinde onulmaz derin yaralar açtığı kadın, sonunda oğluna kavuşacağı umuduyla aramızdan ayrılmıştı.

Son isteğini yerine getirme görevini bana vermiş, öldüğünde mezarına iğde ağacı dikmemi istemişti. O da âşık bir kadındı. İğde ağacı sembolü, aşkları tüm sevdikleriydi.

Sağlığıma tamamen kavuştuğum 16 Haziran günü ilk defa sokağa çıktım. Daha önce gördüğüm, yakınlardaki bir seraya iğde ağacı almak üzere gittim. En zor şartlarda yaşamayı bilen, direnç sembolü ve aynı zamanda “aşk gibi dikenli, dokununca insanın eline dikenlerini batıran ama verdiği acı aşkınki kadar etkili olmayan” kaktüsler ve onları yetiştiren “Çiçekçi Kadın” ile tanışmam böyle oldu.

Bugün 16 Haziran. Türkiye’de devrimin nasıl yapılacağının ipuçlarını veren, 15-16 Haziran 1970’teki büyük kalkışmanın yıldönümü. İşçi sınıfının devrimci gençlikle birleşerek tüm ezilenler adına daha özgür, daha yaşanabilir, sömürünün ortadan kalktığı bir ülkede yaşam sürmeleri için İstanbul sokaklarını kontrol edebilecek bir güç haline geldikleri büyük işçi direnişinin… Bu özel ve anlamlı günde orada olmam, hayatın akışı içinde olağan bir şeydir. Neticede bu da bir aşktır; direnişe, özgürlüğe, eşitliğe duyulan bir aşk.

Seranın girişindeki panoda asılı bir Mayakovski şiirini okurken kadın yanıma geldi. Bir esnaf gibi “Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim?” demek yerine, okuduğum şiiri işaret ederek “Mayakovski’yi bilirsiniz elbet” diye doğrudan lafa girdi. 1905 Rus Devrimi’ne çocuk yaşlarda katılmış, Büyük Ekim Devrimi’ne, eşitliğe, özgürlüğe mücadelesi ve inancıyla bağlı, sosyalizmin ve aşkın şairi Mayakovski’nin bir başka şiirinden kısa bir bölüm okudu:

Hayatın en hüzünlü anı,/ mevsimine kapıldığın kişinin/ bahçesinde açabilecek bir/ çiçek olmadığını/ anladığın andır…/ Bırak, gitsin./ Bırak, git…

Derinlikli, donanımlı bir kadın olduğu belliydi. “Delilerle” aramın her zaman iyi olduğundan size daha önce bahsetmiştim. Görünüşe göre bu kişi de onlardan biri gibiydi. Çünkü kara gözleriyle insanı ürkütecek kadar “deli” ve bir o kadar da samimi bakışlara sahipti. Bu “deli” ve bilge duruşu beni tedirgin edeceğine daha da rahatlatmıştı. Gösterişsiz, esmer, güldüğünde daha da belirgin hale gelen gamzeleriyle sade bir güzelliği vardı. Narin ve kibardı, kırk ya da kırk beş yaşlarında görünüyordu.

İğde ağacı aradığımı söyledim ve birlikte seraya girdik. Her yer kaktüslerle doluydu, yüzlerce kaktüs… Aradığımı bulamamıştım. Gitmek üzere izin istediğimde, “Durun, size bir çay ikram edeyim, biraz soluklanın, sonra gidersiniz” dedi. Yaşlı ve yorgun halimden; zorlu bir hastalıkla mücadeleden yeni çıktığımı anlamış gibiydi. Çaylarımızı yudumlarken kaktüsleri anlatmaya başladı:

Kaktüsleri ayrı sevdiğim doğrudur. Onlar her zaman bana umut etmeyi, direnmeyi ve aşkı hatırlatırlar. Kendine has bir yapıları vardır kaktüslerin, çeşit çeşit çoğalırlar. Kendimi güçsüz moralsiz hissettiğim, sevgi gösteremediğim zamanlarda çiçek açmazlar. Umudumu yüksek tuttuğum, aşkla, sevgiyle ilgilendiğim zamanlarda ise renk renk çiçekler verirler. Çirkin gövdelerinden bir çiçek açarlar ki görülmeye değerdir. Dünyanın en güzel çiçeği kaktüste açar. Bunu, beklemesini bilen, sabreden ve mütevazı olabilen insanlar görebilir ancak. Belki de bir başkaldırıdır, bir eylemdir kaktüsün çiçek açması. ‘Sen beni sevmezsin, üstelik çok da çirkin bulursun, bilirim; ama benim içimden öyle bir güzellik çıkar ki beni neden sevmediğine şaşarsın’ der gibidir olanca güzelliğiyle karşımda dururken. Çok kısa süreli açarlar ve çiçekleri hemen söner, dikenli gövdenin içine gidiverirler. Bekle ki bir daha açmalarına tanık olabilesin. Muhteşemdir o an, kaçırmamak, görmek lazımdır. Bakmaya doyamaz, gözlerini bir an olsun alamazsın eşsiz güzelliğinden. Çünkü birazdan sönüp gidecekler, sonra yine yalnızlığın olanca görkemiyle baş başa kalıvereceksin. Geriye kalan; yalnızlık, ıssızlık, çoraklıktır, dikenli bir yaşamdır.

Bu da aşktı. Belki de acısını ve güzelliklerini bir arada yaşadığı aşkını, kaktüslerle özdeşleştirerek anlatıyordu “Çiçekçi Kadın”.

Evinde de kaktüs yetiştiriyormuş. Özenle, gözü gibi baktığı kaktüsün sabah çiçek açacağını umuyormuş. İşe gelmeden önce bakmış ki sarıçiçek boy vermiş bile. Sevgi sözcükleri fısıldamış, uzun uzun konuşmuş. Doğal olarak da akşam eve geldiğinde, çiçeğin gövdesine dönmüş olmasını bekliyormuş. Akşam olup da evine döndüğünde sönmesi bir yana çoğaldıklarını, birken iki olduklarını görmüş.

Sanki soracağımı hissetmiş gibi, “Evet,” dedi, “doğrudur, kaktüsler de devrimciler gibidir. Sabırla, aşkla, inançla ve özveriyle mücadele eder, çoğalırlar. Daha güçlü geri dönmek üzere gerektiğinde ‘yer altına’ inerler!

Heyecanla hiç susmayacakmış gibi anlatıyordu. Müdahale etmedim; anlatmaya devam etti:

Aklıma siyah-beyaz western filmleri gelir. Bozkırda, dağda, rüzgârlı, tozlu, ıssız ovalarda bir kaktüs belirir. Oradaki duruşu insana bir yaşam imgesi verir. ‘Bak, bunca ıssızlığın ortasında direnenlere ilham olurcasına dimdik ayaktayım; ben hâlâ buradayım, düşmana inat hayattayım’ der gibidir. İşte, bundan dolayı beni çeken yanları, duruşlarıdır kaktüslerin.

Haksızlığa, zulme, eşitsizliğe karşı insanların da duruşları olmalı, değil mi? Yaşamlarını ortaya koyarak bu duruşu gösterenlerin yanında bir bütün olarak saf tutmalıyız.

Duygusal bir boyut kazanıyordu konuşması, hüzünlenmişti:

Başkasının bahçesinde çiçek açamadım; ama kendi bahçemi yarattım. Orada yüzlercesi çiçek açtı.

Kaktüslerden ülke sorunlarına evrildi konuşmamız. Ülkemizde neredeyse üçüncü sosyal sınıfımız durumuna gelmiş kadın sorununu, işçi sınıfını, sosyalizmi konuştuk. 15 Haziran 1915’te idam edilen ve Türkiye’nin ilk sosyalistleri olan 20’leri ve Paramaz’ı andık.

Arkadaşlarımızın ‘Son Baskı’ adında bir sanal dergi çıkardıklarını, bu anlattıklarını orada yayınlamasını önerdim. “Hayır, anlattıklarımı siz toparlayıp yayınlayın, ben sitenizden takip ederim” dedi. Kendi adımı ve sitemizin adını vermiştim de onun adını sormayı akıl edememiştim.

Sözleştiğimiz gibi rakı içip geçmişten günümüze devrimcilerin aşka bakışını konuşmak üzere iki hafta sonra tekrar gittiğimde ne “Çiçekçi Kadın” ne de serası vardı ortada.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar