NEFES NEFESE

-ANKARA-
İnce, acı, delici, yakıcı bir sızı ciğerlerimde. Burun deliklerimden başlıyor, şakaklarıma vurup gözlerimi yaşartıyor, oradan boğazıma, nefes boruma ve ciğerlerime iniyor. Sarsıcı bir sızı… Ama buna direnmek zorundayım, sarsılmadan ilerlemek zorundayım. Nefes nefese yol almak zorundayım. Sonunda buluşacağım müjdeli bir sevinçle, umut dolu bir damla gözyaşıyla donanmış güneşli bir günse direniş büyüleyici. Nefes nefese…
Karanlık sanki her yer, ciğerimdeki ince, derin sızı karartmadıysa gözlerimi. Yok, bu sızıdan değil, diyor yüreğimin derinliklerinden gelen ses, karanlık buraları. Sağa sola çeviriyorum kafamı, karanlıktan sızan ince ışık huzmeleri savruluyor oraya buraya. Sanki alıp bir tutam ışığı havalandırıp atmışlar rastgele buralara. Düzensiz, zayıf, orada burada dalgalanıyorlar. İçim acıyor onların bu zayıflıklarına, bu karanlıkta ben bile daha fazla ışıldıyorum onlardan, daha bile güçlüyüm onlardan. Eğiliyorum, emeklemeye başlıyorum karanlığın içinde ışık huzmeleri arasından. Işık sızıntılarının olduğu her yerden bakıyorum bir şey görme umuduyla, ama mümkün değil. Etraftan sesler geliyor kulağıma. Çığlıklar, iniltiler, bir çocuğun ilk feryadına benzeyen ağlamaları. Belki buz gibi bir odadadır, bir kuvözün içinde. Annesinin ak memelerine kavuşmayı, ona tutunmayı, beyaz suyu dudaklarından akıtmayı beklediğini bilmeden yatıyor ve acıyla ağlıyor öylece. Bir adamın bağrış çağırışları, küfürleri. Bir kadının yalvarışla dolu, inlemeyle dolu acı yüklü sesi, bir annenin ağıtı, dizlerini dövüyor galiba… Silah sesleri, hücum sesleri, patır patır düşenler, bir sarhoşun naraları, kadeh tokuşturanlar, uzaklardan bir yerlerden sloganlar duyuyorum büyük kalabalıklardan gelen. Hızlı hızlı emekliyorum yol iz bilmeden, dizlerime ve ellerime bir şeyler dolanıyor sürekli. Kurtulmaya çalışıyorum onlardan, bazen daha fazla dolaşıyorum. Ben onlara daha fazla dolaştığımda kenardan köşeden sızan ışığın yönünü değiştiriyorum sanki ya da tümüyle yok oluyor ışık. Nefes nefese…
Ciğerim çok yanıyor. Ben emekleyip yol aldıkça yol uzuyor gibi, upuzun, ipince, eğri büğrü, dolana dolana… Bitmeyecek galiba, daha da uzuyor sanki yol. Anlayamıyorum. Ben yol alıyorum, her yandan sesler hücum ediyor, ama duyduğum seslere uzağım. Kokular geliyor sağımdan solumdan. Yemek kokusu, kan kokusu, çöp kokusu, çiçek kokusu, parfüm kokusu, benzin kokusu, sabun kokusu, lağım kokusu, deniz kokusu, toprak kokusu, toz yüklenmiş rüzgâr kokusu, çay kokusu, kahve kokusu, kedi köpek kokusu… Aman tanrım, sesler ve kokular birbirine karışıyor. Korkunun kokusu geliyor burnuma, dışarıdan buram buram korku kokusu. Dehşet içindeyim. Daha hızlı olmalıyım. Neredeyim, nasıl çıkacağım, nefes nefese… Dizlerim aşındı emeklemekten, hissediyorum acısını. Sanırım avuç içlerim kızardı ve şişti. Karanlıkta göremiyorum, ama hissediyorum. İşaret parmağımdan itibaren avuç içim küçük parmağımın içi dâhil kızarmış ve şişmiş olmalı. Su bile toplamış olabilir. Önemli değil. Buradan çıkacağım. Karanlıktan kurtulacağım. Hızlanıyorum, acılara rağmen, acılardan kurtulmanın tek yolu acılara katlanabilme gücü olmalı. İnsan başka türlü nasıl güçlenebilir ki… İnsan kendi ışığını nasıl büyütebilir ki… Buradan çıktığımda ışığımın gücüyle de buluşacağım. Sarılacağım ona. Çok karışık burası, karanlık bir kargaşa… Birden sarsılıyorum. Sanki bir el, sanki bir vinç, sanki… Sanki tuhaf ve adlandıramadığım bir güç beni sarsarak başka bir yere savurdu. İçinde bulunduğum karanlık benimle birlikte sarsıldı, yuvarlandı. Güçsüz, zayıf, rastgele ışık bile ne yapacağını, nereden sızacağını şaşırdı. Ama şimdi iyiyim. Toparlandım. Yola devam, çıkışı bulacağım elbette. Mutlaka bir çıkış olmalı. Nefes nefese… Nefes nefese…
Kıvrıla kıvrıla, eğile büküle, düşe kalka, emekleyerek yola devam ediyorum. Artık bu zayıf ve güçsüz ışık bana bir şey ifade etmiyor. Belli ki o da benim kadar tutsak. Karanlıkta kayboluyor. Ben o tutsak ışığa bile bir umut olabilirim. Tutturduğum yolun ucunu bırakmayacağım. Bu yol beni kurtaracak. Ben yol aldıkça seslerin ve kokuların üzerimdeki etkisi daha da azalıyor, sanki daha az ses ve daha az koku geliyor. Çürük çürük kokulardı, çürümüşlük kokuyordu sanki içinde kaybolduğum birbirine karışmış, karanlıkta kaybolmuş, arkamda bırakabildiğim yollar. Bir yandan da ışığın sızdığı ince sınırlara yaklaşıyorum, ben yaklaştıkça sanki ışık büyüyor. Bana mı öyle geliyor? O küçücük aralardan siluetler görüyorum. Gittikçe azalan seslerin, kokuların ve korkuların sahipleri mi bunlar acaba, ama ben onlara yaklaştıkça neden azaldı tüm hissettiklerim, duyduklarım? Tam olarak göremiyorum. Her şey görünür görünmez. Nefes nefese emeklemeye devam ediyorum, az kaldı biliyorum. Birden ellerimi bir boşluğa attığımı fark ediyorum, düşüyorum, Her yerimi çarpıyorum, feci, çok feci… Gözlerim ışıkla buluşuyor, kamaşıyor. Kısıyorum gözlerimi, kapatıyorum, ufak ufak açıyorum. Ellerimden bir sıvı akıyor, kan galiba. Dizlerim parçalanmış. Koskocaman, dev bir urgan yumağı tepemde… Bedenime dolanmış urgan yumağı… Bakıyorum, içinden düştüğüm bu zalim yumağa.
Günlerdir içinde yolumu aradığım devasa karanlığı kucaklamış yumakla bakışıyoruz. Etrafımda milyonlarcası var. Hepsi kıpır kıpır, hepsi hareket ediyor. Hepsinden gürültüler, patırtılar, kokular geliyor. Bir kısmından tıpkı benim gibi insanlar düşüyor. Düşenlerin hepsi şaşkın bir mutluluk içinde… Bütün kokular arkamda kaldı galiba, bütün o sesler. Ben o yumaktan çıktığımda, ben çıkışı bulduğumda, ben aydınlıkla kavuştuğumda her şey arkamda kaldı galiba. Kendimi kurtardığım o acımasız, kötücül, kokuşmuş karanlığa hapsettim onları. Dudağımda bir utangaç tebessüm, aydınlıkta buluşanlarla bakışıyoruz. Yorgun, hırpalanmış, nefes nefese ama umutlu. Işığımız o kadar muazzam ki, direnişimiz o kadar muhteşem ki, yol arayışımız, yola çıkışımız, vazgeçmeyişimiz o kadar asil ki…