EDEBİYAT TOPLUM 

TEREDDÜT

Canlı mıydım? O uğursuz kıyıda/ Öldüğüm gün de bilemedim.” – Melih Cevdet Anday, ‘Teknenin Ölümü

Yabancı olanla karşılaşma dışlamayı getirir ilkin. Bu, zamanla çekinceye dönüşür. Çekince, asimilasyona evrilir sonra: Erki elinde bulunduranın bir şok dalgası gibi kırılgan olana abanması. Anlar tiksintiyi tetikler, anlama çabası nefretle, nefret bulantıyla kirlenir. Varoluş, anlık yanan ve –belki– binlerce yıl sönük kalacak cılız ışık belirleniminin içinde kavranır: Vakayiname yazarı Roquentin üçüncül bir göz olarak bu imgelemi aktarır bize. Anlamsızlık okyanusu, bulantı, savruluş, bayılma, ölüme yakın deneyim, iç sıkıntısı ve tüm kudretiyle devinen, kaynayan, ısıran, kanayan, çürüyen şeyler…

Varlık yanılmacadır. Tin, ben diyebilme kudretini elinden alan yeni benler yarattığında perde arkasına gizlenir. Kabullenme daha sonra başlar. Kabullenme, bir çocuğun sıcak bir cisme yaklaşıp faydasını ve zararını minik parmaklarını yaktıktan sonra kavramasını andırır: Vahşi, ilkel ve hakiki. Kavrayış, sıcaklık fenomenini içerisinde barındıran cisme yaklaşma mesafesini belirler. Kimi zaman bu yakınlaşmalar tehlikeli, tehlikeli olduğu kadar da çekicidir. Milyonlarcasını bir orman yangınında yok olan yılan sürüleri gibi yok eder. Muktedir ve hastalıklıdır. İltihap ve irinli bir beyin, milyonlarca sağlıklı beynin, bedenin ve düşüncenin boğazlanan bir hayvan gibi öldürülmesine neden olur.

Bellek işler: İhtiyar, ayaklı İngiliz yapımı saat Mübarek, hiç durmamacasına dokumaya devam eder an’ları. Doğu’nun Batı ile temasını, pütürlü bir derinin diğerine değdiğinde irkilmesini, bir İngiliz saat üzerinden metaforlaştırır Tanpınar. Bir şırınga iğnesinin talepkâr bir avcı gibi değdiği anda deriye delik açması gibi. Delik açılmalıdır, büyütülmelidir delik; bir gayya kuyusu gibi battığı yüzeye gark edilmelidir. İçine girmelidir. Kendi bedenini; anlamadığı, koca koca ciltleri olan, eprimiş ansiklopedilerden okumaya, çözmeye çalışan özne, dışarıdan olana kucak açmaya zorlanır. Zavallıdır artık o. Bedenini tanımaması, kendini yabanıl bir hayvan gibi hissetmesi yetmez; istenen, zaten çoktan çürütülmüş, saldırılar karşısında perişan hale getirilmiş, beyni de değildir, hayır. Beyin, kan damarlarına kadar emilmiş, bir postulat olarak sömürülüp bir kenara atılmıştır zaten. Üstelik yüzlerce yıldır kendi sınırı içinde oynaması için verilmiş özgürlük yanılsamasının, ütopyanın peşinden dur durak bilmeden koşturmaya, nefesi kesilene kadar yanılsamanın yel değirmenleriyle savaşmaya devam edecektir.

Yüce olarak görülenin etten ve kemikten bir çehreye, bedensel bütünlüğe sahip olması şaşılasıdır. Yok oluşu dahi iki yüz yılı aşan Osmanlı İmparatorluğu, bu yüce ile güçlenmek ve kudretinden nasiplenmek ister ilkin. Nüfuz etme/edilme ayrı bir yazının konusudur. Ordu için uzmanlar getirilir. Askeri öğretimin planlanması için hazırlıklara başlanır. Askeri teçhizatlar elden geçirilir. 1826’da modern tıp tarihimiz için devrim kabul edilen Tıphane-i Amire’nin açılması bu evreye rastlar. A. Adnan Adıvar, Tıphane-i Amire’nin açılmasından önce de Avrupa tıbbından tercüme eserlerin olduğunu söyler.

Temasların reayayı oldukça endişelendirdiği bu yıllarda, 14 Mart 1827’de İstanbul Vezneciler’deki Tulumbacıbaşı Konağı’nda II. Mahmut’un emriyle Tıphane adıyla yeni bir okul kurulur. Tıphane’nin derslerini (genellikle) modern tıbbımızın kurucusu kabul edilen II. Mahmut’un hekimbaşısı Mustafa Behçet Efendi vermektedir.

Hikâyenin devamı ilginçtir. Tıphane’deki derslerin bir kısmını Abdülhak Molla, başmüneccim Osman Saip, hekim İstefanaki ve Bogos Efendi vermektedir.

1526 yılında bir kadavra üzerinde ilk anatomi uygulamasını yapan İsviçreli hekim Harvey, Protestanların fanatik başkanı Zwingli’nin emriyle diri diri yakılır. Üç yüz yıl sonra Osmanlı’da başlayan modern ilk tıp öğretimi uygulamalarında da baskın olan dinî çekincelerdir: Anatomi derslerinin uygulaması alçı modeller, maketler ve resimler üzerinde yapılmak zorunda kalır.

1844’te ilk genel muayenehanenin açılmasını, Tıbbiye Okulu’nun 1851’de bu ülkenin ilk tıp dergisi olan Tıbbi Vakayi’yi çıkarması izler. Tıbbi Vakayi, dergicilik tarihi açısından da önemlidir.

–II–

Bende sığar iki cihân ben bu cihâna sığmazam/ Cevher-i lâmekân benim kevn ü mekâna sığmazam.” – Seyyid Nesimî, ‘İlâhî

Kadavra üzerinde anatomi uygulaması yapamayan bu ülke hekimi, beri yandan plastik modellerin, heykelciliğin, gerçeğe benzer çizimlerin gelişmesine katkı sağlayacaktır. Sonunda çare yurt dışından getirilen hocalarda bulunur. Yüzyılın sonunda kolera salgını İstanbul’da da patlak verince Pasteur Enstitüsü hocalarından Dr. Chantamesse, Devlet-i ‘Alliyye’ye getirilir. Bu, imparatorluk tarihi için bir dönüm noktasıdır. İlk bakteriyoloji çalışmaları başlar, ilk bakteriyoloji laboratuvarı açılır.

Her çalışma, nesnelerden ve yasalardan oluşan bir bütünü şart kılar” der Lukacs, ‘Estetik’inde. Nesneler ve yasalar yakınlaşmayı gerektirir. Gereksinme, istisna hallerini, tereddütleri de beraberinde getirir. Zamanla insanbiçimcilikten uzaklaşan din, medya, sanat –bilakis sanat– ayrıksı yeriyle bir anlatım aracı olan edebiyat; Freud’un Musa çözümlemelerini (Michalangelo’nun ‘Musa’sı) ansıtır biçimde varlığa nüfuz etmeye çalışır. Ayrıksı, tereddütlü, sakalını sıvazlayan ve sağ kolunun altında yasa tabletlerini tutan Musa, insanüstü boyutları ve iri bedeniyle koskocaman bir sanat eseridir.

Bu arzulu çaba, yıllar sonra hakikatlere ışık tutma yetkisini ve şansını elinde bulundurmaktadır. Zehrin içinde barınmaya devam eden panzehir, bir çatlak bulunca varlığa sızacaktır.

DEĞİNİLER:

  • Ahmet Hamdi Tanpınar, ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’.
  • Sigmund Freud, ‘Sanat ve Sanatçılar Üzerine’, Çev. Kâmuran Şipal.
  • Georg Lukacs, ‘Estetik I’, Çev. Ahmet Cemal.
  • Hilmi Ziya Ülken, ‘Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi’.
  • Jean-Paul Sartre, ‘Bulantı’, Çev. Selahattin Hilav.

|

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar