EDEBİYAT FELSEFE 

AVCI METAFORU

Zamansal süreklilik diyagramı kaybolduğunda, sürem dayanıksız olduğunda, ara mekânlardan çok, boş uzamlarda yaşam sürmek zorunlu olur. Ama zamanı ve mekânı eklemleyen ‘önce’ ve ‘sonra’ edatları olmadığında, failin eylemi dünya kurucu niteliğini yitirir. Her şeyden önce dünyanın üzerinde temelleneceği zemin olarak yeryüzü ufuktan silinir.” – Özgür Taburoğlu, ‘Yerinden Çıkmış Zaman: Diskroni’

(…) edebiyat ancak içimizde ‘Ben’ [Je] deme kudretimizi elimizden alan üçüncü şahıs belirdiğinde başlar.” – Gilles Deleuze, ‘Kritik ve Klinik’

Ben senin labirentinim.” – Friedrich Nietzsche

20’nci yüzyılın önemli düşünürlerinden Gilles Deleuze, şu satırlarla Maurice Blanchot’a atıfta bulunuyordu. Bir yandan imge, diğer yandan imgenin de bir yaratıcı alanı olarak sanatı işaret ediyordu: “Özne içerisinde öteki olan belirir, iradeyi ele alır ve söylemek istediklerini iradenin içerisinde yeniden ikame eder. Bir delik açar. Varlığı yarar.

Varlığın yarılışı, Nietzsche’de canavarları arayan kişinin canavarın kendisi olduğunu bilmediğine söylemesine karşılık gelir. Bir avcı metaforu, bir hedef saptırma… Mekânın derinliği boyunca büyüyen ve sonunda mekânın kendisine dönüşen yabancı, anlamsız bir nesne…

İnsan, görünür kılınanı temsil etmeye çalışırken göze gelmesi gerekeni görmeyendir. İslâm felsefesinin ve ontolojinin kurucu isimlerinden İbnü’l Arabî’de âlemin varlık sebebi tanrının bilinir olma arzusudur (Füsûsu’l Hikem). Kesif ve lâtif: Âlem, bizzat kendisine perde olandır. Maddî bilgiden soyutlanamayan insan, vehmin tesirinden kurtaramaz kendini: Bedihî olan tanrı, kesbî olanla kavranamaz; kavranması, akıl edilmesi sınırlıdır: Sonsuz olanın sonlu olanla tasvir imkânı yoktur. Kendini kavradığı gibi tanrıyı da kavrayamaz. Ama edebiyat tasvir edendir. Ama neyi?

Varlık doğrudan varlık olmayanla ayrışır. İlksel bilginin varlığından kuşku olamaz. Bu sebeple insan vardır. Cürcânî bunu, “nefsü’l emirde başkasından ayrışma” ile anlatır: İnsan, başkasından ayrıştığını bilmekle varlığı tasavvur etmez. Varlığı asıl ayıran zihindir.

Sanatsal yeti, insan adıyla anılan varlığın en büyük yetisidir: Görünür olmayanı betimleme, sonunculeyin hep imlere, imgelere, manaya varır. Mana, kavramanın en yüce özelliğidir. Mana yaratır, oylumlar açar, yaralanabilirlik kategorisini oluşturur mana. Anlatılmayanı görünür kılmaya çalışıp ortaya serer. Pornografi üzerinden, lafebelikleriyle, beyin-ekranlarla işgal ve ilga eder kendine ait olmayanı. Meşrulaşır, legalleşir; simülakrumlarla zihne sızar, imgeler yaratır, özgür olduğu yanılsamasını verir özneye, başkayı bir olana eklemleyerek politik olanı duygusal olana çekip sömürür.

Başkasına duyulan arzu, İslâm ontolojisinde küfür olarak görülen dış dünyaya karşı olan arzuya karşılık gelir böylece. Binlerce yıllık sanatsal ve edebî geçmiş, hiçbir zaman olmadığı kadar ötekini anlamak, kavramak, okumak ve kendinde olanı onda görmek ihtiyacı hisseder. Tevfik Fikret’in ‘İnanmak İhtiyacı’nda betimlediği inanç bu anlamda salt dinî olana inanç değildir. Arzulayan, işleyen, didinen ve öteki olana yönelerek görünür olmayanı mana üzerinden okumak isteyen insan, gittikçe kendinden uzaklaşmakta ve ötekinin çekiciliğine yönelmektedir. Boşunadır: Osmanlı tarihinde görünür olanı temsil etmekten çekinmeyen sanatçı, onu var kılarak oluşturduğu imgeleri manadan daha fazla uzaklaştırır. Bu mana ummanında sanatçıya ve yazara düşen, yaralı bir hayvan gibi acı çekerek var etmektir.

Acının içinde var olarak nasıl var edilir? Ölümlerin, yoksunlukların, yoksullukların ve sevgisizliklerin, anlamazlıkların arasında nasıl boy verir insan öteki olana tutunup?

Hatırlamak, insanın en değerli yetilerinden kabul edilir böylece. Hatırlamak unutmaktır aynı zamanda: Bir an’a tutunarak hatırlayan özne, hatırlamadığı anları ‘dışta’laştırır. Dış olan ötekidir, gaiptir; varlığın tenine iliştirilmiş yabancı bir belirteçtir; ontik olana, varlığa ait değildir buna karşın bir sıfatıdır varlığın. Tanrıya, imgeye, düşünceye uzaklaştırır düşüneni. Bir o kadar da hakiki olana, bilime, felsefeye, sanata ve edebiyata yaklaştırır.

Tarihte hiçbir şey, inanmak kadar sızlatmamıştır insanın içini. Onun kadar derin kesikler açıp onun kadar öldürmemiş, onun kadar mutlu edip onun kadar yapışmamıştır zihne. Yaratan insan ilk neden olduğu yanılsamasına düşer böylece. Hiçbir çağ, çağımız kadar edebî anlatılara gereksinim duymamıştır. Tanrı olmaya soyunmuş insan, 1826 yılında Tıphane-i Amire’nin modern tıp tarihimizdeki ilk merkez olduğunu merak etmeyecektir.

Fakat biz anlatmaya devam edelim. 

DEĞİNİLER:

  • Ömer Türker, ‘Varlık Nedir: İslam Filozoflarının Varlık Tasavvuru’, Ketebe Yayınları, İstanbul, 2019.
  • Hilmi Ziya Ülken, ‘Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi’, İş Bankası Kültür Yayınları (V. Basım), İstanbul, 2018.
  • İbnü’l Arabî, ‘Füsûsu’l Hikem’, Çeviri ve Şerh: Ekrem Demirli, Alfa Yayınları, İstanbul, 2017.
  • Gilles Deleuze, ‘Kritik ve Klinik’, Çev. İnci Uysal, Norgunk Yayıncılık, İstanbul, 2013.
  • Özgür Taburoğlu, ‘Yerinden Çıkmış Zaman: Diskroni’, (https://www.sonbaski.com/ozgurtaburoglu/yerinden-cikmis-zaman-diskroni/)

|

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar