ÖYKÜ 

MUHAYYİLELERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

…esasa ait olan bu küçük yanlış…” – Ahmet Hamdi Tanpınar, ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Muhayyileleri Ayarlama Enstitüsü ilk olarak hangimizin zihninde belirdi, içtimai sesimize onca rehberlik eden bu büyük teşkilatlanma ne şartlar altında ihdas oldu, hatırlamak pek bir müşkülatlı, pek bir teferruatlı.

Yine de zihnimin bir sonbahar rüzgârındaymış gibi savrulup giden yaprakları arasında, enstitünün daha doğduğu an kalplerimizdeki yerini çabucak bulduğunu, fert olma çabasındaki Halit Bey’e bir güneş gibi parladığını, hayattaki yerini bir kez daha arayan benim içinse belki de vakit geçirecek bir araç olarak göründüğünü itiraf etmeliyim.

Halit Bey, tası tarağı toplayıp ortadan kaybolana dek, kurucu bir babadan çok bütün mevcudiyetini ona borçluymuş gibi hareket etti. Teşkilatın kapısına tüm ağırlığıyla dayandı, kimi zaman muvazenesini kaybeder gibi oldu; ama şahsiyeti gereği manilerin güçlendirdiği bu adam hiçbir zaman mağlup olamazdı. Belki ortadan kaybolmasına da bu neden oldu: Artık şahsiyeti, keşfettiği şeyin verdiği sarhoşluk içinde, her şeyi yıkıcı bir sel gibi ezip geçen –ki buna keşfettiği şey de dâhil– koskoca bir deve dönüşmüştü. Hayatın tecrübe denen pınarından susuz bir geyik yavrusu gibi her daim kana kana içmiş olan bu adam nasıl bu hale geldi?

Ondan önce kendi kendime sormam gereken bir başka soru var: Ben nasıl bu hale geldim?

Halinde ne var ki diyeceksiniz?

Siz de haklısınız. Bu satırları oturup kaleme aldığıma göre halim çok da kötü olmasa gerek. Masamda sıcak çayım, elimde pek muhterem bir devlet büyüğümüzün hediyesi altın dolma kalemim, kafamın içinde artık yazılması gerektiğine inandığım bir hikâye, belki yalnızca bir fikirler zinciri.

Halit Bey, asla yazmadığını söyler, yazının her hâlükârda başka şeylerin temsili olduğunu iddia ederdi. Onun asla tahammül edemeyeceği şey mümkünatın içinde dolanıp durmak ve onun meyvelerinden toplamaya çalışmaktı. O, elini uzattığı an koparan yaradılıştaydı. Muhayyel olandan, temsiliyetlerden, oyalanmaktan, çaresizlikten hoşlanmazdı. Ona göre Boğaziçi’ne bir köprü inşa etmekle akşam yemeği için bir şeyler alıp gelmek arasında hiçbir fark yoktu. Bu yüzden kafası asla karışmaz, fikirleri zihninin cam gibi vadilerinden billur seller halinde akıp giderdi.

Fakat benim yaptığım kafa karıştıran bir şey değil ki!

Ben de olmuş bitmiş şeyleri yazıyorum.

Diyeceksiniz ki Muhayyileleri Ayarlama Enstitüsü gibi bir teşkilatlanmanın çekirdeğindeki iki kudretli zatın hayal denen meyveden bu kadar uzak olması nasıl açıklanabilir?

Buna ben cevap veremem. Halit Bey de cevap veremez. Zira nerede olduğunu bilmiyorum. O, elindeki malzemeyi en isabetli şekilde kullanmasını bilen biriydi. Yalnızca bunu söyleyebilirim. Yeni hayat ve yeni ruh diye etrafımda dolaşır dururdu. Ona göre ben, yeni hayat dediği şeyin başlangıcında durmuş olacakları merak eden birinden fazlası değildim. Kızım, karım, arkadaşlarım, dostlarım, akrabalarım, velhasıl benimle irtibatta olan kim varsa yeni bir hayatı yaratmanın (!) eşiğinde durmuş, gözümüzü neredeyse kör edecek bir ışığa bakıyor ama neler olup bittiğini bir türlü anlayamıyorduk. Ben de onun bu dediklerinden bir şey anlamıyordum. Belki de anlamak istemiyordum. Beş sene perişan olduktan sonra tek istediğim bir iş bulmak, içinde bulunduğum sefaletten kurtulmaktı. Karımın ve kızımın bana istihza ve acıma dolu gözlerle bakışlarından bir süre de olsa kurtulmak tek temennimdi.

Halit Bey’in Doktor Ramiz’le kahvede ilk göründüğü anı hatırlıyorum. Her zamanki masada oturmuş gazetelere bir göz atıyor, kafamı dağıtmaya çabalıyordum. Alacaklılardan kaçmak için farklı güzergâhlar keşfede ede adeta bir seyyah olmuş çıkmıştım. Bunun tek zararı ayaklarımaydı tabii. Ayaklarım sızlaya sızlaya bir sigara yaktım. Hava günlük güneşlik olmasına rağmen müthiş bir yeise kapıldım. Talihim ne olacaktı benim? Bunları düşünmemeye gayret edip gazetede okuduklarıma kendimi vermeye çalıştım ama nafile. Ben kendimden kaçtıkça sanki kendim daha da büyüyerek üstüme geliyordu. Uzviyetimin her geçen gün başka bir şekil aldığını fakat bu şeklin bir önceki şekle göre daha tuhaf, daha karanlık olduğunu hissediyordum.

Tam o sırada bizim doktorla yanında bir beyefendi göründü. Ayaklarım sızlaya sızlaya ayağa kalkıp doktorun misafirini karşıladım.

– Merhaba! Bu Halit Bey!

– Merhaba! Ben de Hayri. Memnun oldum.

İşte, bu kadar.

Halit Bey’in bakışlarında bizim kahvedekilerde olmayan bir şey vardı. Gerek oturuşu, gerek etrafına bakışı, gerek sigarayı tutuşuyla farklı bir adamdı. Sonradan bu farklılığın, Halit Bey’de olan ama bizde olmayan şeyin, yeni hayata yakın olmak olduğunu anlayacaktım. Daha doğrusu yeni hayata yakın olmak düşüncesi, daha da ileri giderek zannı olduğunu itiraf edeceğim. Yine de bu zan bile onu bizden uzaklara götürüyor, o götürdüğü uzak yerlerde sanki onu yağla, sütle besliyor, Halit Bey de geri daha dinç dönmesini biliyordu. O, bize uzaklığından güç alan bir nevi hilkat garibesi gibiydi.

Kahveci üç tane az şekerli kahve getirdi.

Doktor Ramiz sigara paketini çantasından çıkardı, paketten de üç tane sigara. Havadan sudan konuşuldu. Sohbetin bir yere varmayacağı anlaşılınca kalkıp biraz yürümeyi teklif ettim. Teklifim sevinçle kabul edildi. Pejmürde kılığımla ortalıkta dolanmaktan hiç hazzetmiyordum ama çamura saplanıp kalmış kağnı arabası gibi ilerlemeyen sohbetlerden de hiç hazzetmiyordum.

Eminönü’ne inip Yeni Cami yakınında bir yerde oturduk. Havada çok tatlı bir rüzgâr vardı. Güvercinler avluyu örten bir çarşaf gibi kalkıp iniyorlardı.

Halit Bey ilk defa konuşuyormuş gibi heyecanlı ve acemice söze girdi.

– Azizim, memleketin ihtiyacı olan şey o kadar basit ki! Terakki diyeceğim ama sizler de bana gülmeyeceksiniz. Ben hayatımda bu kadar kolay bir reçete yazmadım: Terakki. Hasta belli, ilaç belli ama tut ki şu ilacı hastaya aldır.

Sigaramdan bir duman almış, akşam eve hangi istikametten gideceğimi düşünürken laf olsun diye sohbete katıldım.

– Varsayalım ki şu güzel camiyi tamamen çelikten yaptık. Minareleri birer füze gibi parlak madenlerden. Kubbemiz ise tamamen camdan bir tavan.

Halit Bey birden doğruldu. Yeni Cami’nin öğle güneşinde ışıl ışıl yanan taşlarına uzun uzun baktı. Bakışlarıyla sanki önündeki maddeyi delip geçmek, cevherini eline alıp sıkmak ve onu dev kalıplara bambaşka şekillerde dökmek istiyordu.

Doktor Ramiz alaycı bir sesle lafa girdi.

– İşte, ihtiyacımız olan şey!

Fakat Halit Bey gülmüyordu, hatta herhangi bir tepki de vermiyordu. Hayatımda ilk kez gördüğüm bir adamın sessizliğinin beni rahatsız etmesi dikkatimi çekti.

Halit Bey üç çay söyledi. Bıyıklarını yolarcasına onlarla oynuyordu. Lafa girecekti girmesine ama sanki muhayyel bir güç ona mani oluyor, bir türlü konuşturmuyordu.

Doktor Ramiz tam bir şey söyleyecekti ki lafını kesti.

– Affedersin, doktor. Kusura bakma ama Hayri Bey’in söylediklerini düşünüyordum. Bunu nasıl akıl edemedim. Bravo! Bravo! Siz gerçek bir filozof, hakiki bir içtima mütehassısınız.

Birden sevinçle ayağa kalktı. Adeta bağıra bağıra konuşuyordu.

– Biraz önce bizim şu güzel ibadethanemizi buradan aldınız ve atinin meçhul bir noktasına yerleştirdiniz, öyle değil mi, azizim? Size soruyorum.

– Evet, zannederim ki yerleştirdim. Ne var bunda?

– Ne var da ne demek, azizim? Bunu nasıl yaptınız?

Halit Bey’in soruları giderek zorlaşmaya başlamıştı. Sonunda bu imtihandan ikmale kalma korkusu içimi sardı.

– Bayağı yaptım. Yani ne bileyim, basbayağı yaptım işte.

Halit Bey cevabımdan pek de memnun olmamış olacak, oturup çayından bir yudum aldı.

– İşte, bizim memleketimizin en büyük eksiği. Kendi üstüne düşünmemek. Kendinin şuuruna varamamak. Neyi nasıl yaptığını bilememek.

Doktor Ramiz araya girdi.

– Zannederim ki nereye varmak istediğinizi anladım. Bizde ferdi şuurun terakki edememesinden bahsediyorsunuz.

– Yaklaştınız, azizim. Ama tam olarak öyle değil. Biraz önce bizim camiyi atiye taşıyan çok basit bir şeydi. Yani sizde, bende, hepimizde olan bir şey!

İkimiz merakla atıldık.

– Neymiş o?

Halit Bey hazinenin nerede olduğunu bilen ama söylemekten imtina eden cin gibi muzip bir tavır takınarak kollarını bağladı, sandalyesine iyice yaslandı.

– Muhayyile tabii ki, muhayyile.

Cevabın bu kadar basit olmasına şaşırmıştım. Doktor Ramiz’e baktım. Basit cevapların hakikate daha yakın olduğuna dair bir korku içimi kapladı.

– Hayri Bey bir bakışıyla neler yaptı az önce! İşte, bize bu terbiye lazımdır! Bakmayı bilmeyen göz bu camide dedelerinin en itinalı bir şekilde üst üste koyduğu taşları, en parlak tezyinatı, mazinin şatafatlı günlerini görür. Ama bakmayı bilen göz yok mu? Onun için ne taş, taş; ne minare, minare; ne de kubbe, kubbedir. O, baktığı her şeyde bambaşka bir dünyanın eşsiz bir manzara halinde gözlerinin önüne serilişini görür. Onun elinde bütün bir hayat bir başka hayatın hammaddesidir.

Çaylarımızdan birer yudum aldık. Halit Bey bir de su istedi. Ağzı iyice kurumuştu.

– Bu yeni bir insan tipidir, azizim. Hayal etmeyi bilen adam. Ama bizler hayal etmek yerine bir hayalin içinde yaşamayı tercih ediyoruz.

Dediklerinden pek bir şey anlamıyordum ama ses tonu olsun, mimikleri olsun, konuşurken gözlerinizin içine bakan arzu dolu gözleri olsun insana doğru söylediğini hissettiriyordu.

Doktor Ramiz bir şeyler söyleme ihtiyacı hissetti.

– Azizim, bu dediğin zaten Garpta ortaya çıkmış bir insandır. Prometheus…

– İşte, orada dur, doktor! Garpta ortaya çıkmış olabilir; tarihi şartlar, zamanın ruhunda ortaya çıkmayı bekleyen imkânlar, hepsi birden ferdi, sizin de dediğiniz gibi bir Prometheus olma noktasına taşımış olabilir. Ama bizler ne yapacağız? Böyle bekleyecek miyiz? Atılmayacak mıyız? Hayatın sunduğu imkânlara sırtımızı dönüp gidecek miyiz? Makûs talihimizi yaşamaktan başka bir şey elimizden gelmeyecek mi?

– Sen de biliyorsun ki insanın talihini değiştirme kudreti pek çok etkiye açıktır.

Halit Bey adeta bize küsmüş gibi birden arkasını döndü.

– Bırakınız, doktor! Bari siz böyle söylemeyin. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda, Hayri Bey?

Söz gene bana gelmişti. Dediğim gibi, Halit Bey’in doğru söylediğini hissediyordum ama dediklerine pek bir mana verememiştim.

– Şüphesiz, cemiyetimiz büyük bir değişimi anbean yaşamaktadır. Filhakika…

Bir süre sustum, etrafıma bakındım. Benimle birlikte sanki bütün Yarımada susmuştu. Cümlemin tamamlanmasını beyhude bekledim. Kahvenin önünden geçenlere baktım. Onlar şu an bu masada olmamakla ne kadar mesut idiler. Hiç bilmedikleri bir şeye kafa yormadıkları için ne kadar talihli idiler.

Halit Bey heyecandan yerinde duramıyordu. Yüzünde ancak büyük adamlarda görülebilen neviden bir asalet, bir kendinden eminlik okunuyordu. Fakat bütün bu eda, sanki birazdan fiiliyata geçecek olan bu vücudun ardında darmadağın olacaktı.

– Ayar çekeceğiz, azizim. Muhayyilelerimize ayar çekeceğiz. Bir saat gibi düşünün. Daima geri kalan bir saat. Hoş, bu saat bile günde iki defa doğru zamanı gösterir ama… İşte, bu saati alıp en kabiliyetli bir saat ustasının eline verip ayarını yaptıracağız.

Doktor Ramiz atıldı.

– Aman, Halit Bey! Biri mekanik bir alet, öbürü daha tam olarak idrak edilememiş bir mefhum. Karıştırmasak!

– Teşbihte hata olmaz, doktor!

Aceleyle kalkıp yürüdü. Biz de el mecbur peşinden.

İşte, ne iş yapacağını benim bile anlayamadığım, şu an müdür muavinliğini yapmakta olduğum cihanşümul meşhur enstitü, Eminönü’ndeki kahvede bu şekilde doğdu. Hem de sayemde!

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar