ÖYKÜ 

KORİNT’İN DÜZENİ – I. KISIM (NEW YORK)

Melek kıpırdamadan duruyor ve Korin’in sırtından tarafa bir yere bakıyordu; Korin öte yanına döndü ve dedi ki: ‘Ben de baktım. Hiçbir şey yok orada.’” – László Krasznahorkai, ‘Savaş ve Savaş

Zaten daha en başından böyle bir şey açıkçası pek de beklenmediği için Korint’in ne yapmaya çalıştığı hakkında söylenenler, sanki öğleden sonra rüzgârında çalınan bir ıslık gibi havaya karışıyor, söylenip söylenmediği belli olmayan bu sözlerin gidişatı ve varmak istedikleri yer hakkında söylenen diğer şeylerle birlikte bu şeyler, yani Korint’in yapmaya çalıştığı şey hakkında söylenenlerle bu söylenenlerin nihai amacı hakkında söylenen ama doğruluğu elbet tartışmalı olan diğer sözler, karmaşık bir örgünün ana motifinin tekrarlanabilme tutkusuyla tutuşan asal öğeleri gibi yoğunlaşıp ayrışıyor, sonra kendi içlerinde yeni dizilimler geliştirerek zenginleşmek değil de farklılaşmak için sessizce bekleşiyorlarmış ama tabii ki bu sessizlikten en çok etkilenen Korint oluyormuş, çünkü hiç bilmediği kocaman bir ülkenin hiç bilmediği kocaman bir şehrinde küçücük bir otel odasında tıkılıp kalmış olan birisinin isteyeceği en son şeymiş sessizlik, çünkü sessizlik düşünmek ve düşüncelerini olgunlaştırmak isteyen insanlar için uygun bir nitelikmiş, oysa Korint’in zaten oldukça gürültülü olan kafasının içi bu sessizlikte daha da gürültücü oluyor, Budapeşte’nin iki yüz kilometre uzağındaki tozlu bir arşivden çağırdığı sesler, sözcükler ve gölgeler, kafasının içindeki lunaparkın altını üstüne getirmek için Korint’in kafasına çullanırken o da bir koşu pencereyi açıp şehrin gürültüsünü odasına davet ediyormuş, bu sayede yani şehrin gürültüsünü odasına çağırarak kafasının içindeki gürültüden kaçabileceğini, ona yakalanmamayı başarabileceğini zannediyormuş, pencereden içeriye giren itfaiye arabasının sireni, arada sırada otelin önünden geçen ağır bir kamyonun homurtusu ya da otelin karşısındaki boş arsada toplanıp gevezelik eden gençlerin kahkahaları başarılı olmasını sağlıyormuş sağlamasına ama bu çok kısa sürüyormuş, soğuk yüzünden pencereyi kapamasıyla birlikte şehrin gürültüsü kesiliyor, kafasının gürültüsü her yanı kaplıyormuş, Korint de o zaman odayı arşınlamaya başlıyor, sürekli tasarısını düşünüyor, düşünüyor da düşünüyormuş, düşünecek o kadar çok şey varmış ki Korint düşünecek bu kadar çok şey olmasına mı yoksa bunu şimdiye kadar nasıl fark etmediğine mi şaşırması gerektiğini bilemiyor, bu gibi durumlarda soğuk suyun insanı kendine getirici etkisine güvenerek lavaboya gidiyor ve yüzünü yıkıyor, sonra da yatağın kenarına uzanıp biraz nefes alıyormuş ama o düzen yani ta en başından beri kendini çok tabii bir şekilde ait hissettiği işleyiş biçimi aklına gelir gelmez gürültü adeta bir fabrika büyüklüğünde kafasına hücum ediyor, bir kamyon şeklinde onu ele geçirmeye çalışıyor, zangırdayan devasa hoparlörlerin çığlıkları olarak üstüne çullanıyormuş, Korint’i şaşırtan yegâne şeyse her şey kafasının içinde bu kadar açık ve net bir şekilde tanımlanmışken gözlerinin önünde sürüp giden şehrin bu tanımlardan habersiz olmasıymış, haberi olsa böyle mi olurmuş, şehrin Korint’in bir düzen olarak adlandırdığı, işleyiş şekli ancak ve ancak kendisi tarafından anlaşılabilen bu şey karşısında tereddüde düşmesi çok normalmiş, Korint’te de aynısı olmamış mı, o da bu düzen kafasının içine yerleşmeye başladığında neredeyse hastalanıyormuş, çünkü bu öyle tuhaf ve garip bir şeymiş ki, insanın hep yaşadığı şekilde yaşayarak ve hep düşündüğü şekilde düşünerek onu anlaması imkânsızmış, ama Korint bunu başarmış ve bu otel odasını bilmem kaçıncı kez arşınlamasının nedeni de tam olarak Korint’in bunu başarmasıymış, çünkü eğer başaramasaymış şu an tam olduğu yerde olamayacağı gibi kim bilir nerelerde ne halde olurmuş, belki arşivin güneş ışığı almayan bir köşesinde küçük Macar kentlerinin soy kütüklerini çıkararak ya da on altıncı yüzyıl Peşte’sinin mağlup komutanlarının hayat hikâyeleriyle oyalanarak akşam yiyeceği güzel yemeklerin hayalini kurar ya da nice zamandır yazmayı düşündüğü ama bir türlü başlayamadığı Macar halk ezgileri kitabına başlarmış, Korint bu düzen tarafından esir alınmadan önceki sade yaşamını düşünmüş, bu sırada tam pencerenin yanındaymış ve o sırada pencereye bir kuzgun konmuş, kuşçağız sanki bir süre pencerenin aynasında kendini incelemiş ve adeta kendinden pek memnun bir halde havalanıp gözden kaybolmuş, evet Korint’in eski düzeni çok sade, anlaşılır ve herkese kolayca anlatılabilecek bir düzenmiş, arşivle oturduğu ev arası yürüyerek on dakikaymış ki bu hafif tempolu bir yürüyüş neticesinde elde edilecek süreymiş, biraz hızlı yürüdüğünde bu süreyi yedi buçuk dakikaya çekebildiğini görmüş, evden arşive en hızlı gittiği gün yağmurlu bir perşembe sabahıymış ve bu yürüyüş tam altı dakika sürmüş, şimdi o günü hatırladığında Korint her şeye çok uzak olduğunu ama aksine o güne çok yakın olduğunu duyumsamış fakat her şeyi derinden saran bir duyumsama değil de her şeyi pek yüzeysel bir şekilde sarıp sarmalayan bir duyumsamaymış bu, zaten başka bir şekilde olması da beklenemezmiş çünkü Korint’in kendini yakın hissettiği şeylerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezmiş, Korint aniden durmuş ve yakın durma kelimesini bu kadar çok aklından geçirdiği için kendine kızmış çünkü bu kentte kendini her şeye en uzak hissetmek istiyormuş ki bu pek mümkünmüş, aniden ortadan kaybolsa bile bunun en ufak bir etkisi olmayacağını düşünerek hüzünlenmiş ama tam olarak olmak istediği nokta da buymuş, ancak bu sayede kafasının içindeki düzeni onu çevreleyen şeyler karşısında en arı biçimiyle kavrayabilir, bu sayede de onu kafasının dışına aktarabilme imkanı doğabilirmiş, Korint hissettiği şeyi tam olarak dile getirebilmenin sevinci içinde odada gezinmeye devam etmiş, gerçi buna pek de gezinmek denemezmiş çünkü yatakla duvarın önündeki dar masa arasındaki mesafe zaten ancak bir insanın geçebileceği genişlikteymiş ve Korint kendi varlığının bu boşluğa tam olarak oturduğunu hissetmiş, kendini kilidin içindeki anahtar gibi düşünmüş, sonra bu benzetmenin çok yüzeysel olduğuna kanaat getirerek hayıflanmış, resepsiyonu arayarak sessizliği farklı bir şekilde bozmanın hayalini kurmuş ama bundan da çabucak vazgeçmiş çünkü resepsiyonda bugün kısa boylu tıknaz çocuğun mu yoksa suratsız herifin teki olan ve Korint’e tepeden bakan Meksikalının mı olduğunu bilmiyormuş, kısa boylu tıknaz çocuk bir keresinde ona bir mektup olduğunu söyleyerek seslenmiş ama Korint “No letter!” diyerek adeta kaçmış, Meksikalıysa Korint ne zaman önünden geçecek olsa ıslık çalmaya başlıyormuş ki Korint aslında onun önünden çok da fazla geçmiyormuş, Korint’e onun önünden çok defa geçtiğini düşündürten şey acaba neymiş, Korint şimdi şöyle bir düşününce bunun olsa olsa en fazla üç haydi bilemedin dört kez olmuş olabileceğini hesaplamış, bunların hepsinde ıslık çalmış olmasıysa akla yakın bir ihtimal değilmiş çünkü şimdi düşününce Meksikalının sürekli ıslık çaldığını fark etmiş, ama kendini küçük gören ve ezen o kara gözlere ne demeliymiş, Korint oflaya puflaya telefonun başına oturmuş ama hemen kalkmış, sonra yine oturmuş ve sanki poposuna iğne batmış gibi yerinden sıçrayarak kendini banyoya atıp yeniden yüzünü yıkamış, ettiği telefona Meksikalının bakabilme ihtimaliymiş onu bunca rahatsız eden, o herifte garip bir şeyler varmış çünkü, bir keresinde onu otele yakın barlardan birinin önünden geçerken görmüş, bununla aynı kendisine benzeyen bir başkası barın önünde sigara içiyor, aralarında şakalaşıyorlarmış, Meksikalı Korint’i görünce sanki bir şeyleri saklamak ister gibi geri çekilmiş, sigarasını aceleyle söndürüp bara koşturmuş ya da olup biten Korint’e böyle görünmüş, lavaboda yüzünü yıkayıp da nemli havluyla kuruladığında ferahlamış ve Meksikalının kendini fark etmediğini acı içinde anlamış, ama nasıl olur, diye düşünmüş, işte insan böyle yanılabilirmiş, olur şey değilmiş, Korint, oflaya puflaya banyodan çıkarken biraz rahatladığını fark etmiş ve çok doğal bir şekilde telefonun yanına oturup resepsiyonu aramış ama açan olmamış, endişelenen Korint ahizeyi yerine koyarken kafasının içindeki gürültünün odanın içindeki sessizliği nasıl ezdiğini, lime lime ettiğini, parçaladığını, duvardan duvara vurduğunu idrak ederek korkmuş ama bu korkuları anlamsızmış çünkü bu gürültünün başlıca kaynağı artık dünyada kendi ağırlığını hissettirmeye başlayan o düzenmiş ve Korint onun ne olduğu hakkında en küçük bir fikri olmamasına rağmen bunun böyle olduğundan yüzde yüz eminmiş, hayır, bunun adı hissetmek filan da değilmiş, düpedüz bilmekmiş, Korint biliyormuş çünkü, neyi bildiğini bilmese de bildiği tek şey bildiğiymiş işte, bilmek demiş, kendi kendine, bilmek demiş yeniden, bilmek, diye tekrar etmiş, bilmek, bilmek, bilmek diye yineleyip durmuş ta ki telefon çalana dek, telefon üç kere çalıp susmuş, Korint, koşup resepsiyonu aramış ama yine açan olmamış, peki diye düşünmeye devam etmiş Korint, bildiğimi nasıl ortaya koyacağım, bu şehrin benim bildiğim şeyle ki onun ne olduğunu bilmiyorum nasıl bir ilişkisi olabilir, nereden başlamalı, diye kendine sormuş, bildiğini bilmeyen bir adam olarak nereden başlamalı, diye tekrar sormuş, aklına hiçbir şey gelmemiş, arşivde güneş alan o tek masada oturmuş çalışırken ve kafasından arşiv denilen süzgeçte biriken şeylerin o muazzam gövdesi geçerken, düzen gelmiş ve öylece sanki ebediyetin her anında Korint’in kafasının içine oturacağını biliyormuş gibi oturmuş, Korint korkarak etrafını incelemiş, bunu başkasının görmesini istemiyormuş, oysa kafasının içine kocaman bir gürültü yumağı şeklinde gelip yerleşen ve kafasının içindeki diğer gürültülerden ayırt etmesi pek güç olan o düzeni bir başkasının görebilmesi imkansızmış çünkü Korint birkaç saniye sonra onun yalnızca kendine ait olabileceğini, kafasının içini tam kafasının içi şeklinde doldurduğunu anlamış ki bu aslında iyi bir şeymiş çünkü bir başkası tarafından da görülebilen ya da fark edilebilen bir şeyin bu kadar güçlü ve gürültülü olmasının akla yakın olmayacağını düşünmüş Korint ve o sırada yanına gelen sekreter Orsolya’nın “Neyiniz var?” sorusuyla az daha sandalyeden düşüyormuş çünkü Korint her zaman hayranlıkla baktığı, sürekli karısıyla karşılaştırdığı bu genç ve güzel kadının aniden yanında bitmesinde mucizevi bir yan bulmuş ama olup biten Orsolya’nın geldiği tarafa parlak güneş ışığının vurmasıymış ki şimdi düşününce bu Orsolya’nın gelişine şiirsel bir taraf da katmıyor değilmiş, Korint genç kadının ışık bulutu içinden bir peri gibi doğduğunu hayal etmiş ama sonra bundan utanmış ve kendini yağmurlu bir akşam üstü arşivden çıkmış eve yürürken bulunca şaşırmış, oysa bunda şaşıracak bir şey yokmuş çünkü şimdi nasıl kafasındaki gürültüden kaçmak için yürümekten yorulunca kendini toplanmamış yatağa atıyorsa o zaman da yakın çevredeki Macar ailelerin vasiyetleri, aile yadigarları üzerine yazılmış evrak ve hatıratlardan sıkılınca çalıştığı yerle evinin tam ortasındaki bara atıyormuş, bir elinde kahverengi deri çantası, üstünde kalın siyah paltosu o ağır kapıdan içeri girmek Korint için o zamanlar ve şimdi hatırladığı kadarıyla adeta bir başka dünyaya adım atmakmış, geçmişin izleriyle dolu bir dünyadan bir anlığına şimdinin dünyasında yürümek ve hangi zamanda olduğu belli olmayan bu bara girmek, diye düşünmüş Korint, herhalde çok tuhaf bir şeydi, ama bu şimdi ona çok da tuhaf gelmiyormuş çünkü bir şeyin ona çok tuhaf gelebilmesi için kafasının içinde onunla birlikte dünyanın merkezine kadar gelen ve şimdi de gürültüsüyle kafasının içinde dans eden o düzenden daha tuhaf olması gerekiyormuş, haydi canım sen de, diye kendi kendine karşı çıkmış Korint, bu düşüncesinin çok işlenmediğini fark edince ve bu fark ediş midesine küçük kramplar girmesine neden olunca, sonra kendisine karşı affedici olunca bu kramplar azalmış, hatta Korint biraz acıktığını hissetmiş ama köşedeki Vietnamlının dükkanına gitmeye üşenmiş çünkü kendini az önce arşivden çıkmış gibi yorgun ve geçmişe ait hissediyormuş, biraz serin hava, diye düşünerek pencereyi açmış ama az önce pencereye konan kuzgun karşı binanın çatısından ona doğru ciyak ciyak bağırınca pencereyi hemen kapatmak zorunda kalmış ve birden bu kuzgunun kafasındaki düzen içinde bir yeri olup olmadığını kendi kendine sormuş ama daha Macaristan’ı terk etmeden karar verdiği şekilde dünyanın eski merkezindeki hiçbir şeyin düzende yeri olamayacağına kanaat getirerek yeniden yürümeye başlamış, böyle düşününce attığı adımların, bastığı halının, yeniden çalan telefonun ve sabahtan beri sesi kısık bir halde çalışan televizyonun neredeyse hiçbir ağırlığı olmayan şeyler olduğuna inanmış, inandığı için de hissettiği hafiflik giderek artmış ve öyle bir noktaya ulaşmış ki Korint kendini bulutların üzerinde yürüyor zannetmiş, az evvel Orsolya’nın içinden çıkıp geldiği buluta hiç benzemeyen bu bulut kelimenin tam manasıyla bulutmuş, yani bir bulut ne kadar bulut olabilirse bu bulut da o kadar bulutmuş işte, yumuşaklığı, hafifliği, diye düşünmüş Korint, hayır, bunlar değil onun en başta gelen özellikleri, düzenin içinde bir yeri olması, diye düşünmüş sonra, düzene yakın olması, diye eklemiş kafasında, bulut dediğimizde aklımıza gelen ilk şeymiş bu bulut, bulut demediğimiz zaman da kafamızın içinde bir yerde bulut olarak var olduğunu bildiğimiz bulutmuş, basbayağı bulutmuş işte, bir bulutu nasıl tarif edebilir ki insan, diye kendi kendine sormuş, yanındaki diğer bulutların nasıl olduğunu tarif edecek olsa kastettiği bulut, tarif ettiği bulutların ortasında kalan boşluğa denk gelmez mi, hem de öyle bir denk gelir ki, bir şeyi o şey olmayan şeylerle anlatmaktır işte düzen, simgelere başvurmaktır, demiş, o şeyin uyacağı boşluğu yaratmaktır, zaten o boşluğa uyan şey de o şeyin ta kendisidir, diye düşünmüş ve düşüncelerinden memnun bir şekilde, kafasının içindeki gürültülere aldırmadan yürümeye devam etmiş, yataktan ne zaman kalktığını hatırlamadığını fark edince şaşırmış ama kafasının içinde eşsiz bir düzen olduğu ilk bakışta belli olan bir şey taşıyan bir adamın bu türden küçük unutkanlıklar yaşamasının normal olduğunu düşünmüş, çünkü bu eşsiz düzen öyle bir eşsizlikle donatılmış ki onu kafasında taşıyan biri için diğer şeyler anında önemini kaybediyor, bu da insanı yani o eşsiz düzeni kafasında taşıyan insanı diğer şeylere karşı bir miktar kayıtsız yapıyormuş ama Korint buna pek aldırmamış, lavaboya gidip bir bardak su içmiş, su oldukça soğukmuş, tadını pek alamamış ama sonradan Çin lokantasında anlattığına göre suda o güne dek farkına varmadığı ekşi bir tat almış, aslında bu tat tam bir ekşilik de değilmiş, sonra demiş ki Korint, bu kentte ne ekşi tam ekşi ne tatlı tam tatlı, Çinli garsona sipariş ettiği tatlı ekşi tavuğu düşününce bunun oldukça ironik olduğunu düşünerek içinden gülmüş, sonra içeri geçip pencereden bir daha, sayısını hatırlamadığı pencereden bakışlara bir yenisini eklemiş, Korint’e göre kentte birbirine eklenen şeylerin sayısı o kadar çokmuş ki bir süre sonra neyin neye eklendiği anlaşılmaz oluyor, insan nerede kaldığını unutuyor, nereye gideceğini tahmin etmesiyse zaten imkansız bir hale geliyormuş, örneğin şu odada kalmaya başlayalı daha üç gün olmasına rağmen sanki pencereden sonsuz kere dışarı bakmış ve her defasında da farklı bir manzarayla karşılaşmış, sanki meşe kaplama resepsiyon masasının önünden defalarca geçmiş de tıknaz çocukla ya da Meksikalıyla sonsuz kez göz göze gelmemeye çalışmış, sanki odasına çıkan merdivenler Korint onları tırmandıkça sayıları azalacak yerde artıyormuş, asıl onu tedirgin eden şeyse tüm bunların kafasının içinde yüzer halde bulunmasıymış, öyle ki tek bir dokunuş bile bütün her şeyi yerinden edebilirmiş, nitekim çoğu zaman öyle oluyormuş, kafasının içindeki ihtişamlı düzenin dışındaki her şeyi birbirinden ayırmak ya da birbirine eklemek oldukça kolaymış, bardan çıkıp da arşive girdiği bile oluyormuş ya da resepsiyondan geçtikten sonra Göçmen Bürosu’nun kapısından içeri girip evinin yatak odasından çıkıyormuş, tüm bunlar ona ve yatak odasında horlayan karısına çok normal geliyormuş ya da Meksikalı çam yarmasıyla tıknaz oğlana ya da Çinli garsonla yandaki otelin kırmızı üniformalı valesine ya da karnına yumruğu geçiren haydutla Orsolya’ya, şehrin onda yarattığı bu ekleme ve eklenme kolaylığının altında neyin yattığını düşünmüş ama akla yatan bir sebep bulamamış, sokaklardaki sürekli hareketin kaynağını eşelemiş, metroda geçirdiği saatleri anmış fakat bunların hiçbirinde düzenin o kendine has ağırlığı, kendini yerçekimine usul usul bırakış ya da zamansız bir rastlantı karşısında duyulan o metanet yokmuş, pencere yatak lavabo üçgeninden sıyrılarak kapıya gitmiş hatta elini kapının koluna atıp dışarı çıkıyormuş ki üstünün dışarı çıkmak için hiç de uygun olmadığını fark ederek kapının kolunu bırakmış, oda amma da küçük diye hayıflanmış, kocaman dünyada, kocaman bir kentteyim ama bunların hiçbir anlamı yok, işte şu küçücük odadayım, televizyona gözü takılmış, orta yaşlı bir adam hava durumunu sunuyormuş, Korint bir türlü alışamadığı fahrenhayt cinsinden hava sıcaklıklarını incelerken adamın saçının peruk olduğundan şüphelenmiş, televizyonun tam karşısına yatağa oturup tüm dikkatiyle adamı incelemeye başlamış, Los Angeles, Miami, Seattle kentlerindeki gökyüzünün hali gözünün önünden geçerken adamın saçlarına odaklanmış ama peruk olup olmadıklarını anlayamamış, anlayamadığı için de kendine kızmış, birazdan reklama girecek, diye düşünmüş, adam ekrandan silinip gidecek, öyle de olmuş, adam peruk olup olmadığı anlaşılamayan saçlarıyla seyircilere en güzel temennilerle veda ettikten sonra ekranı dev bir çikolata kaplamış, çikolata o kadar büyükmüş ki özgürlük heykeli yanında sinek kadar kalıyormuş, insanlar toplanıp çikolataya hayranlıkla bakmışlar, el sallamışlar, çikolata da onlara el sallamış, tüm bunlar aşırı dramatik bir sahne yaratmak isteyen yönetmenin kullandığı melankolik melodiler nedeniyle tam anlamıyla yüreğe işliyormuş, Korint karşısında dev bir çikolata bulunan insanların neden böyle duygulandıklarına bir anlam verememişken çikolata ambalajını yavaşça sıyırmış, bu sırada kamera sürekli çikolataseverlerin yüzlerine zum yapıyormuş, o da ne, ambalajın içinden güzel mi güzel bir genç kız çıkmış, küçücük bir bikininin pek saklayamadığı vücudunu cömertçe sergileyen kız bir anda normal boyutlarına dönerek hayranlarına el sallamış, sonra kız o narin derisini yırtmaya başlamış, içi bulanan Korint ayağa kalkıp elinde olmadan gözlerini kapamış, açtığında kızın içinden çikolata çıktığını görmüş ve televizyonu kapatıp bu saçmalığa bir son vermiş, kendini arşivdeki masasında çikolata yerken hayal etmiş, tedirgin olup yeniden yürümeye başlamış, dışarıda bu kadar yürüseydim herhalde Macaristan’a varırdım, diye düşünmüş, düzen düzen düzen, diye içinden tekrar edip duruyormuş, etmezse endişeleniyormuş çünkü, düzeni unutur muyum acaba, diye korkuyormuş, ama o kafamın içinde değil mi, diye sormuş, evet, kafamın tam içinde ve tam olarak kafamın şeklinde, kafasının içinde bir şey olması yani kendine ait olduğunu düşündüğü şeylerden farklı bir şeyin, kendine ait olmayan, arşivde bir gün eline geçenleri okuduktan sonra kafasının içinde bir anda beliriveren ve doğru olduğu kuşku götürmeyecek o şeyin, evet, diye kendi kendini onaylamış Korint, o şey doğru, bu kadar işte, başka hiçbir şey değil, yalnızca doğru.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar