ÖYKÜ 

KIZ KARDEŞ

Oblomov’un ondan şu anda beklediği gurur ve cesaret değil, gözyaşı, tutku, bir an için olsun coşkun bir mutluluktu.” – ‘Oblomov’, Ivan Aleksandroviç Gonçarov

Olga Sergeyevna’nın bir kız kardeşi olduğunu Oblomov, oldukça geç öğrendi. Gerçi bunda pek suçu yoktu. Olga bunu laf arasında öylesine söyleyivermişti. Sanki havanın güneşli oluşundan ya da göl kıyısında neşe içinde yüzüp insanlardan ekmek kırıntısı bekleyen ördeklerden bahsediyordu. Oblomov, vardır bir sebebi, diye düşünmüş, bu durumun pek de üstünde durmamış, hatta şaşırmamıştı bile. Seven her insan gibi o da tanımadığı, bilmediği insanlar karşısında kolayca ve sorgulamadan sevdiği kişinin tarafını tutmuş, bunda da hiçbir garip yan görmemişti.

Katherina Sergeyevna aniden çıkıp geldiğinde de hiç şaşırmadı. Çünkü Olga onun için hâlâ keşfedilmeyi bekleyen bir ülke gibiydi. Bu ülkenin sınırları her geçen gün değişebiliyor, akşam bilinmeyen ormanlarla genişlerken, sabah ani düşman saldırılarıyla toprak kaybedebiliyordu. Ablasının gelişiyle ülkenin sınırları genişlemiş sayılırdı; gidişiyle de şüphesiz çok daha fazla kendisine ait olacaktı.

İkisinin kardeş olduğuna ilk başta inanmak çok zordu. Katherina koyu saçlı, gri gözlüydü. Burnu yayvan, yanakları genişçeydi. Boyu da kısaydı. Hatta teyzesiyle Olga’nın yanında iyice küçümen kalıyordu. Elleri tombulca, kolları topluydu. Yine de aileden gelen ve vücudunu orantılı gösteren bir güzelliği vardı. Bakışlarında çekicilik, bir tür samimiyet hissediliyordu. Sesi siyah yeldirmesinin altından sanki yılların bir tanıdığına aitmiş gibi geliyordu.

Olga onları tanıştırırken ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Katherina büyük bir içtenlikle Oblomov’u selamlamış, kız kardeşiyle aralarında geçen her şeyi sanki bir bakışıyla yakalamış, sonra da bütün bunları onayladığını anlatan bir gülücük bağışlamıştı. Oblomov buna ihtiyacı olup olmadığını akşam eve gittiğinde kendine soracak, fakat bu bağışlamanın Katherina’nın şahsiyetinin doğal bir uzantısı olduğunu görecek, tüm endişeleri de böylece kaybolup gidecekti.

Çıtı pıtı kadınların çoğu gibi Katherina da kıpır kıpır, neşe dolu bir insandı. Yüzünde daima kocaman bir gülümseme olur, eşi dostu bu gülümsemeleriyle selamlamaktan bir an bile geri durmazdı. Her gün akşam yemeğinde ertesi gün neler yapılacağını planlıyordu. Görünüşte herkese fikrini soruyor, onların görüşlerini göz önünde bulunduruyor, nihayetinde hep onun dediği yapılıyordu. Fakat bu kimsenin zoruna gitmiyordu; çünkü Katherina etrafındakileri yönlendirme kabiliyeti olan o şanslı insanlardandı. Herkes, o böyle istiyorsa vardır bir bildiği, diye düşünüyordu. Buna Oblomov da dâhildi; hatta o buna herkesten daha çok seviniyordu, çünkü günü neyle dolduracağını düşünme külfetinden kurtulmuş oluyordu. Katherina daha teklifini yapmadan o kendini evet demeye hazır buluyordu.

Bu durum bir tek teyzenin hoşuna gitmiyordu. Çünkü her ev sahibi gibi o da misafirlerini yönlendirme telaşına düşmüştü. Şüphesiz bunda misafirlerine en iyisini sunma gayretinin etkisi vardı ama Oblomov bundan o kadar emin olamıyordu; çünkü Katherina’nın ailede istenmeyen kadın olduğunu çoktan anlamıştı. Teyzeninki daha çok yeğenine karşı galip gelme isteğinin izlerini taşıyordu.

Katherina olağanüstü idare yeteneğiyle bu durumdan da sıyrılmayı ustalık dolu hareketlerle başarıyordu. Tekliflerinin çoğu teyzeye uygun olmayan şeylerdi ama bunun teyzesini kırmaması için hemen ardından gelen teklife mutlaka teyze de dâhil edilmiş oluyordu. Bu yüzden ister istemez uşakların neler yapacağını da tayin etmeye kalkıyordu; o zaman Oblomov işlerin kızışacağını düşünerek Olga’yla baş başa kalmaya çabalıyor, fakat bunu bir türlü beceremiyordu. Sonra da kendini amansız geçeceğini düşündüğü bir mücadelenin seyircisi olmaya hazırlıyor ama her seferinde Katherina bu mücadeleden yara almadan çıkmayı başarıyordu.

Onun gelişiyle sanki yazlık evdeki eski coşku yerini anlaşılmayan bir tür sessizliğe bırakmıştı. Misafirler bile bu durumdan paylarını almış gibiydiler. Baron, her zamanki gibi teyzeyle oturup kalkıyordu ama eski nüktedan ve hikâyeci barondan eser kalmamıştı. Olga, baron ve teyze uzun uzun hiç konuşmadan oturuyor, sanki sessiz bir alfabeyle anlaşıyorlardı. Belki de onları bu hale sokan Katherina’nın birazdan gelecek olmasıydı. Gerçekten de Katherina biraz sonra görünüyor, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle herkesi selamladıktan sonra anlatmaya başlıyordu. Oblomov’a öyle geliyordu ki bu kadının ne anlattığının bir önemi yoktu. O sanki kelimelerin sustuğu, en uzak çağrışımların insanı hülyalı anlara davet ettiği sessizliklerden korkuyor, bu korkusundan kaçmak için de sürekli anlatıyordu. Belki sessizlik uzak durulan anıları çağırabilir, mazi istenmeyen yönleriyle birden orta yerde belirebilir, insanların huzurunu kaçırabilirdi.

Nitekim öyle de oldu.

Bir gün kahvaltı ediyorlardı. Oblomov erkenden uyanıp Olga’sını görmek için heyecanla koştura koştura gelmişti. Pırıl pırıl bir nisan sabahıydı. Bahçedeki erik, ayva, kiraz ağaçları renk renk gelinlik giymiş birer kız gibiydi. Temiz havayı içine çekmiş, bu kadar mutlu olabildiği için kendine şaşmıştı. Uşağın peşinde koşuşturan köpekleri seyretti. Sonra masaya oturuldu.

Oblomov süregiden sessizliğe ve Katherina’nın bu sessizliği nasıl bozacağına boş verip tereyağına uzanmıştı ki teyzenin uysal ama altında çok şey saklayan sesi duyuldu.

– Katherina! Neden buradasın?

Oblomov donup kalmıştı. Olga’ya baktı, ona öyle geldi ki bu soruyu aslında Olga sormaktadır, fakat ev sahibi olduğu için bu sorma işini teyzesi devralmıştır. Kız kardeş hiç kıpırdamadan duruyor, ablasının ne yanıt vereceğini merak ediyordu.

Katherina uzun zamandır bu sorunun sorulmasını bekliyor gibiydi ama yine de bir an ne cevap vereceğini bilemedi. Bir yudum çay aldı, sorguya çekiliyormuş gibi doğruldu, tüm sevecenliğiyle teyzesine baktı.

– Sizleri özledim, teyzeciğim. Seni, Olga’yı.

– Bu yüzden mi on yıl sonra geldin?

Katherina kıpkırmızı oldu, cevabını beğenmeyen oymuş gibi kardeşine baktı. Fakat Olga konuşulanlara tamamen yabancıymış gibi bir lokma ekmek koparıp ağzına attı. Oblomov onun soğukkanlılığı karşısında çok şaşırmıştı.

– Bak, teyzeciğim. Yıllar önce yaşanmış bir olayın bu güzel günümüzü karartmasına lütfen izin vermeyelim.

– Güzel günmüş. Allah’ım! Bir de karşıma geçmiş, güzel günlerden bahsediyorsun.

Oblomov ne yapacağını bilemiyordu. Bir anda açlığı geçmişti. Barona baktı. Her zamanki sükûnetini koruyordu. Kalkıp gitmek, belli ki ailevi olan bu meseleye uzak kalmak istedi ama aynı zamanda ailevi bir mesele önünde konuşulabildiği için de sevindi. Yine de şaşırıp kalmıştı. Olga’yla göz göze geldiler, onun “Lütfen otur!” dediğini anladı.

– Bakın, teyzeciğim. Aleksey Prokofiyef öldü. Anlıyor musunuz? Ben buraya gelmeden hemen önce vefat etti. Ani bir kalp krizi geçirdi. Ama sanki öleceğini bilmiş gibi ölmeden birkaç gün önce bana sizleri artık arayıp sormamı, bu dargınlığın çok uzadığını söyledi. Hatta bana mektup yazmamı bile teklif etti. Ben de öyle yapacaktım. Fakat o ölünce sizleri görmemin daha doğru olacağını düşündüm.

– Ne kadar da düşünceli bir insanmış şu kocan!

– Evet, öyleydi. Siz onu bana layık görmeseniz de o çok iyi kalpli bir insandı. Dürüst…

– O adam sana layık değildi, Katherina, anlamıyor musun? Sevgili kız kardeşim buna dayanamadı.

– Annemi çok severdim ama o zaten hastaydı, bunu unutmayın. Çok rica edeceğim, insanların ölümlerini başka insanlara bağlamayın.

– Madem seviyordun, neden o adamla evlendin?

– Çünkü, çünkü Aleksey’e âşıktım, teyze! Bu yetmez mi?

– Seviyormuş! Keşke sevmek her şeyi halletse!

Oblomov bir an bu sözlerin kendine söylendiğini zannederek suçluluk hissetti, Olga’ya baktı ama o önündeki tabağı karıştırmakla meşguldü. Bir şeyler söylemek istiyor ama söyleyemiyor gibi bir hali vardı. Oblomov’a, daima yukarıda olan kaşı sanki biraz daha yukarı kalkmış gibi geldi.

– Ben bu aşkla daima gurur duydum. Şu an dört tane çocuğum var.

Olga hayretle ablasına döndü.

– Ne! Dört tane çocuk mu?

– Evet, Olga! Ablan bir de bu evliliği dört tane çocukla süslemeyi başarmış!

Oblomov, Katherina’yı dikkatle süzdü. Her zaman idareyi ele alan o kadın gitmiş, yerine ne yapacağını bilemeyen biri gelmişti. Bu kararsızlığın, yaptığı evlilikle değil de sofradaki durumuyla alakalı olduğunu hissetti, belli ki içten içe bir karar verme aşamasındaydı. Gözlerini kapatıp açtı, derin bir nefes aldı. Oblomov gideceğini sandı ama Katherina çayından bir yudum alıp kaldı. Teyzesi onun kaldığını görünce masadan hızla kalkıp içeri gitti.

Öğleden sonra Olga’yla Oblomov ormana doğru bir yürüyüş yaptılar. Oblomov ablasıyla alakalı hiçbir şey sormadı, çünkü Olga’nın artık olan biteni kendisine anlatacağını umuyordu, öyle de oldu.

– Biliyor musun, Ilya, ablamı burada ilk gördüğümde koşup boynuna atlamak, ona sarılmak istedim ama yapamadım.

– Teyzen yüzünden mi?

– Evet! Hayır! Bilmiyorum. Sonra odama çekilip hüngür hüngür ağladım. O sanki ölmüş ve yeniden dirilmiş gibiydi benim için. İnanır mısın, on yıl boyunca teyzemle onunla alakalı neredeyse hiçbir şey konuşmadık. Teyzemin ablam konusundaki bu sessizliği sanki benim sorularımın cevabını veriyordu. Ablam bizim için yoktu.

– Enişten nasıl biriydi?

– Onu hayal meyal hatırlıyorum. Yoksul bir memurdu. Ablamdan da yirmi yaş büyüktü. Evlendikleri zaman ablam yirmi, Aleksey Profimoviç kırk yaşındaydı. Böyle evlilikler zamanımızda da görülüyor, biliyorum ama o hem yoksul hem de yaşlıydı. Babam ablamı bir iş bağlantısı dolayısıyla tanınmış prenslerden biriyle evlendirmek istiyordu. Her şey görüşülmüş, konulmuş ve onaylanmıştı. Babam, evin içinde zengin olduk, diye dolaşıp duruyordu. Annem ve teyzem de bu işe çok sevinmişti. Ama ablam prensle evlenmeyeceğini söyledi. Çünkü o Aleksey’i seviyordu.

– Çok dokunaklı bir hikâye…

– Geçtiğimiz on yıl boyunca onu özlediğim de oldu ama ondan daha çok nefret ettim. Çünkü annesini babasını dinlemeyen biriydi benim için. Bir isyankârdı. Ama şimdi hiçbir şeyden emin değilim. Hele senin yanında…

– Yoksa beni de mi yaşlı buluyorsun, Olga?

– Öyle demek istemedim, Ilya. Yüreğim bu on yıl boyunca aşk nedir bilmedi. Aşkı hep küçümsedim, onu uzak durulması gereken, insanı kötü yola sürükleyen bir şey olarak gördüm ama şimdi…

– Ama şimdi ne?

– Ama şimdi aşkın çok güzel bir şey olduğunu biliyorum ve…

– Ve ablana hak veriyorsun, değil mi?

Oblomov dikkatle Olga’nın yüzüne bakmış, orada ablasını haksız bulan bir genç kızın öfkeli bakışlarından çok kendisini seven âşık bir genç kız bulmuştu. Yavaşça elini tutup parmaklarını öptü.

– Biliyor musun, Olga, bence bu işi zamana bırakmalı. Çünkü gördüğüm kadarıyla teyzen de sen de onu affetmeye çoktan razısınız. Ama yaşayanlardan çok ölenler bu işe engel oluyor. Yanlış anlama, annenle babanın anısına saygım sonsuz fakat Aleksey Profimoviç’in yaşarken dediği gibi bu işi tatlıya bağlamak lazım. Göreceksin ki her şey yoluna girecek. Hem dört tane yeğenin olduğunu öğrendin. Olga Teyze! Olga Teyze!

Oblomov’un özellikle son söyledikleri, uzun süren tatsızlık, annesi, babası ve dört tane yeğen, Olga’nın kalbindeki duyguların taşmasına vesile olmuş; Oblomov, karşısında gözyaşlarına boğulmuş bir kız bulmuştu. Olga yavaşça onun omzuna yaslandı. Oblomov yanı başındaki hıçkırıklarda keder değil adeta coşku buluyor, karşısında uzanan manzarayı, üstünde ışıkların dans ettiği meşeleri, gölden havalanan ördekleri sevinçle karşılıyordu.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar