MÜZİĞİN ÖNEMİ VE HATIRLATTIKLARI
-İSTANBUL-
“İçimde bir müzik çalıyor,/ hem acı veriyor/ hem de iyi hissettiriyor.” [1]
George Bernard Shaw’ın “bol şekerli bir orkestra eşliğinde sunulan birkaç ucuz melodi” betimlemesine “Hayır” deyip müziği önemseyen ve Aldous Huxley’in “Sessizlikten sonra ifade edilemeyeni ifade etmeye en yakın şey müziktir” ifadesine büyük önem atfedenlerdenim.
Bilirim: “Ruhun çalgısının tellerine dokunmuş hiçbir şarkı kaybolup gitmez”ken [2] “müzik duygusal düzeyde hissedilmesiyle, katıksız bir soyutluk sunmasıyla en yüksek sanat formudur. Müziğin yaratım fikrini en canlı, en sağlam biçimde ifade edebilen sanat olduğu anlamına geliyor bu.” [3]
Müzik sadece var olan şeyleri ortaya çıkarır, belki de içinizde olduğunu bilmediğiniz duyguları hissetmenizi sağlar ve her yeri dolaşarak bütün duyguları uyandırır. Yeniden doğmak gibi bir şeydir o…
Evet, Miguel de Unamuno’nun “Bütün aşk denen şey, müzikten başka bir şey değildir” sözlerindeki şeydir müzik ya da William Shakespeare’in “İçinde müzik olmayan insan, tatlı seslerin uyumuyla heyecanlanmayan insan, hainliklere, kötü hilelere, yağma ve yıkımlara yatkındır. Ruhunun içgüdüleri geceler kadar uyuşuktur ve duyguları cehennem kadar karanlıktır!” uyarısındakidir…
* * *
Sultan II. Mahmut’un 1826’da Avrupa’nın askeri bandolarına özenerek gelişmişliğin simgesi olarak İstanbul’da sarayda başlattığı çoksesli müzik macerasının öncesinde türkülerimiz vardı.
Avrupalıların 1400’lü yıllarda tanışıp yüzlerce yıl süren müzik devrimi, coğrafyamıza çok geç, ancak 1826’da saray konserleriyle gelebildi. Cumhuriyet ile saray orkestrasına yaylı ve nefesli çalgı kadroları eklendi. Senfoni orkestrası kimliği kazandırıldı.
Ancak Neşet Ertaş’ın “Kötü insanların türküleri yoktur”; Ruhi Su’nun “Bir yerde türküler ne kadar gelişmişse, anlatım gücü ne kadar artmışsa oradaki koşullar o oranda ağır demektir. Türkülerden korkulması boşuna değildir” saptamalarındaki başat zemin her daim –kimi olumsuzluklarla [4]– asli olandı…
Türküler(imiz)de halk(lar)ın gerçeğini görmek mümkündür. Neşe, kendiyle bile dalga geçebilmek yeteneği, yalansız dolansız bir sevda söylemi, acıyı bal eyleme özverisi, gurbete sabırla durma becerisi, iktidar sarhoşluğunu uyarma iç dürtüsü, isyan ve daha pek çok özellik…
* * *
“Politik”inden “apolitik denilen”ine müziğin –nihai kertede hizmet ettiğiyle– ideolojik oluşu aşikâr.
Tıpkı “yüceltmeler” ya da “yasaklar” ile ortaya çıktığı gibi…
Özellikle “yüceltmeler” ya da “yasaklar”da yaşam tarzını, biçimlendirme ve kısıtlamaları devreye sokarken bu da politik bir meseledir…
Bir an iktidarların paranoyaya varan müzik korkusu ile devreye sokulan yasaklamaları/zorbalıkları düşünün…
Sezen Aksu; Yaşar Gaga ile birlikte 2017’de çıkardığı ‘Şahane Bir Şey Yaşamak’ şarkısındaki “Selam söyleyin o cahil/ Havva ile Âdem’e” dizeleri yüzünden gerici basının ve AKtrollerin hedefi haline getirilmesi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Sezen Aksu’yu kastederek “Dilini kopartırız” demesi örneğin.
Sonra Tarkan’ın ‘Geççek’ şarkısı da “Gitçek gitçek, geldiği gibi gitçek/ Her şeyin sonu var, bu çile de bitçek” sözleri nedeniyle AKP’li yöneticilerin, AKP’li yazarların ve trollerin boy hedefi haline gelmesi…
Veya Eskişehir Anadolu Festivali, Munzur Kültür ve Doğa Festivali, Zeytinli Rock Festivali, Zonguldak Kozlu Müzik Festivali, Kazdağı Ekoloji Festivali, Milyon Fest festivallerin başına getirilenler gibi…
Ya da Apolas Lermi, Aynur Doğan, Mem Ararat, İlkay Akkaya, Niyazi Koyuncu, Metin-Kemal Kahraman, Pınar Aydınlar ve diğerlerinin siyasi görüşleri yüzünden –tabii ki böyle açıklanmadı– yasaklanması ve Melek Mosso ile Aleyna Tilki gibi isimlerin ise çağrılmadıkları festivallerin listesinden çıkartılması…
Bunların hepsi müziğin gücünü, önemini gösteriyor Alfred de Musset’in “En güzel şarkılar yüreğine hüzün salar insanın. Ne ölümsüz şarkılar biliyorum, tepeden tırnağa gözyaşı” sözlerindeki üzere…
* * *
Mesela sanatsal yaratıcılığını Aydınlanma Çağı ilkeleriyle Fransız Devrimi’ne yol açan düşünceleri harmanlayarak ortaya koyan Ludwig van Beethoven.
O, müzik tarihinde Haydn-Mozart’ın Klasik Dönem’ini bir sonraki Romantik Dönem’e (XVIII. yüzyılı XIX. yüzyıla) bağlayan bir deha olarak tanımlandı.
Gençlik günlerinde yağ kandilinden gaz lambasına, at arabasından buharlı lokomotife geçilmiş, Fransız Devrimi’yle toplumsal değerler sarsılmış ve bunlar da müziğine yansımıştı.
Ve Emil Michel Cioran’ın “Mozart’ın armonilerinden doğan tüm hakikatleri severim, gül kokusuna eş değer sesler” [5] notunu düştüğü Wolfgang Amadeus Mozart…
Bir de “Anadolu’nun Mozart’ıydı” [6] diye anılan Gomidas, yani Gomitas Vartabed (1869, Kütahya – 1935, Villejuif Kliniği, Fransa)…
O, Ermeni çoksesli klasik müziğin öncülerinden, besteci, müzisyen, koro şefi, rahip. Günümüzde etnomüzikolog olarak tanınır.
Öksüz bir çocuk olarak Kütahya’da başlayıp bir deha olarak gelişen, Fransa’da bir akıl hastanesinde sona eren soykırıma tanık yaşamıyla Gomidas Vartabed’in müziği, “Her insanın bir şarkısı var” derdi.
Bunlara bir de “O; tepeden tırnağa, tutku, azim ve müzik aşkıyla yanıp tutuşan ve uzun bir süre dünya sahnelerini de tutuşturan bir diva. Müzik dünyasında bir ‘ekol’, bir okul, bir referans oluşturdu. Muhsin Ertuğrul’un deyişiyle ‘O bir öncü’…” [7] notu düşülen Leyla Gencer’i; ne zaman haksız ya da yanlış bir şey olsa “Neden karşı koymuyorsunuz, neden direnmiyorsunuz, neden bir şeyler yapmıyorsunuz?” diye haykıran; bir protestoya katıldığında gazetecilerin “Yoksa politikaya mı atılacaksınız?” sorusuna “Hayır, efendim, vatandaşlık görevimi yapıyorum!” yanıtı vereni eklemeden geçmeyelim…
Tabii, “Yaşamda en güzel şey yaşamak, büyük bir senfoniye katılmak gibi” [8] diyen İdil Biret’i de…
Hakkında “Çok yetenekli çocuk ve hatta bazen dâhi çocuk sıfatlarıyla anılan gencecik müzik insanlarından ilerleyen yaşlarda başarılı müzik kariyeri yapamayanlara çok rastlanır” [9] denilen onun müziğe ilgisi henüz 2 yaşında başlamış, ne var ki küçük ayakları piyanonun pedalına da, yere de yetişmiyormuş, bazen de küçük parmakları yeterli olmayınca tuşlara dirseğiyle basarmış. O yaşta da çalmaktan, öğrenmekten, ezberlemekten mutluluk duyan biriymiş.
Daha sonra, 11 yaşında Wilhelm Kempf gibi piyano tarihini sarsmış bir virtüözle birlikte Theatre des Chaps-Elysees’nin 2 bin 700 kişilik salonunda Mozart’ın iki piyano için konçertosunu çalıp dehası bütün Avrupa’da duyulmaya başlamıştı.
Sanatçılığının yanı sıra özel yaşantısındaki sadelik, sakinlik, sabır, kedi sevgisiyle unutulmazlardandı o da…
Ayrıca 11 Haziran 2023 günü 87 yaşında sonsuzluğa uğurladığımız Suna Kan’ı da zikretmemek olmaz.
“Son derece içe dönük bir çocuktum. Hiç konuşmazdım. Bir o kadar da sakardım. Sokakta oynarken mutlaka bir tarafımı yaralardım. Hep yara bere içindeydim. Babam küçük bir keman alıp oyalanayım da düşüp kalkmayayım diye elime vermişti. Sonra yeteneğim olduğunu gördü ve neredeyse hayatını bana adadı. Kemanı ciddiye almayı öğretti” [10] diyen o; “uygarlığın sesi” [11] betimlemesiyle anılan aydınlanma simgelerindendi…
Ve 2017’nin Mayıs’ında sağlık sorunları nedeniyle uzun bir süre konser vermediğini anımsatıp “Kemanın kutusunu şimdilik, bu dünyadan gidinceye kadar kapattım” [12] demişti. O kutu bir daha açılmadı.
Bir de Osmanlı ile çağdaş Avrupa kültürünü birleştirerek 1920’li yıllardan itibaren çağdaş müziğin biçimlenmesinde önemli bir rol oynayan Cemal Reşit Rey…
* * *
Tüm bunlara Percy Bysshe Shelley’in “En güzel şarkılar, en hüzünlü düşüncelerden dem vuranlar” ifadesinden hareketle Şili’nin bizim “Victor Jara”mızı [13] eklemeliyiz ve “Hiçbir şeyin yoksa şayet, olacağı güne dair umudunu paylaş” diyen Kazım Koyuncu’yu ve de elbette Ruhi Su’muzu…
“Ruhi Su, içinde yaşadığımız bu çağı ve bu çağın insanının onurunu, kendi trajedisinden daha değerli bulan örneği az sanatçılardan biridir.” [14]
O, acılı bir hayatın içinden geliyordu. Adana’da Öksüzler Yurdu’nda büyümüştü. Ondaki müzik yeteneğini fark eden, yaşamında hep saygıyla anacağı yurttaki hocası Mehmet Tahir’di; eline bir keman tutuşturmuştu. Bu tutku onu devrimci yaptı…
1952’nin soğuk bir Kasım günü Ankara’dan İstanbul’a getirilerek Sansaryan Han’ın zemin katındaki tabutluklardan birine konulmuştu. Suçu TKP üyesi olmaktı. Aydın ve sanatçıların sorgularında uygulanan işkenceleri yönetmesiyle ünlü Birinci Şube Müdür Muavini Parmaksız Hamdi ne yaptıysa istediklerini söyletememişti ona. Gece ile gündüzün birbirine karıştığı, oturabilmenin bile mümkün olmadığı o karanlık tabutlukta hissettiği yalnızlık duygusu…
Soykırım günlerinde, 1912’de Van’da doğmuştu. Anasını babasını hiç hatırlamıyordu. Kimsesi yoktu. Üç-dört yaşlarındayken Adana’da yoksul bir ailenin yanına verilmişti. Yenge dediği evin hanımından çok eziyet görmüştü o evde…
Türlü talihsizlikleri ve zorlukları aşarak girebildiği Ankara Musiki Muallim Mektebi’nin ardından, 1942’de Devlet Konservatuvarı Opera Bölümü’nü bitirdi, TKP’liydi.
O, 5 ay Sansaryan Han’da işkence gördükten sonra Harbiye ve Adana cezaevlerinde 5 yıl tutuklu kaldı. Aynı davadan yargılanan Sıdıka Hanım ile Harbiye Cezaevi’nde nişanlandı ve evlendi. Devlet memuriyetinden atılmış, opera faslı artık bir daha açılmamak üzere kapanmıştı. Kendini tamamen türkülere verdi.
Melih Cevdet Anday’ın ifadesiyle Ruhi Su, “türküsüz insanlara türkü sundu”.
Köroğlu ve Pir Sultan’ın şiirlerindeki zulme başkaldırıyı, Karacaoğlan’ın sevdasını, seferberlik türkülerini, Ege türkülerini biraz da onun sesinden öğrendik.
Ruhi Su, kendini halkına adamış bir büyük dava adamıdır aynı zamanda. Hapislere, sürgünlere, yasaklara rağmen türkülerinde baskıyı, sömürüyü ve eşitsizliği nakış nakış işlemiş, “Yoksuldan, halktan yana bir dünya kurulacak” özlemi ile her zaman emekçi halkın yanında yer almıştır.
1940’larda Alevi türküleri söylediği gerekçesiyle TRT’deki radyo programı sonlandırılan, 1952’de sadece TKP üyesi olduğu için 5 yıldan fazla tutuklu kalan, 1965’te ‘Bitmeyen Yol’ filminde söylediği bir türküde “Serdari, halimiz böyle n’olacak, kısa çöp uzundan hakkın alacak” dediği için işinden olan ve yazdığı kitaptan ismi çıkarılan Ruhi Su’ya yapılan zulüm bunlarla kalmaz.
Sanatçıya 1983’ün son günlerinde metastatik prostat kanseri tanısı konur ve tedavisinin yurt dışında yapılmasının daha uygun olacağı söylenir. Ancak yurt içi ve dışından yapılan çağrılara rağmen süresi bitmiş olan pasaportun çıkarılması geciktirilir ve gür sesli ozan 20 Eylül 1985’te yaşama veda eder. [15]
50 yıla yakın sürdürdüğü sanat yaşamında, Cevat Çapan’ın deyişiyle, “onun söylediği türküleri dinlerken nerede olursanız olun, yalnız bir yerle, bir zamanda değil, bu değişik yer ve zamanlarda yaşamış türlü türlü insanla bir bağ, özdeşlik kurmamızı” [16] sağladı. Müziğimizdeki protesto geleneğini estetik bir boyuta taşıdı.
O böylesine büyük bir öncüydü… [17]
Yeri gelmişken; “Bu ülkede hapse girmek, sizi ünlü yapar, üç kez hapse girdim çok şükür, ünüme ün kattım!” [18] diyen protest müziğin öncülerinden ‘68’li Selda Bağcan…
“Herkes korku içinde… Gak diyeni alıyorlar, guk diyeni alıyorlar. Ortam kötü. Haksızlıklar var. Bu ülke hiçbir zaman bu kadar açlığa düşmedi. Türkiye bir yol ayrımında” vurgusuyla “Müziğiniz ne renk?” sorusuna “Kızıl ve pembe arası. Kızıllık protestlikten geliyor” [19] diye ekleyendi o…
Sonra da anasının onu doğurduğu kayanın dibinde gömülmek isteyip ölümle doğumu aynı yere olan ustaların ustası; doğum gününü değilse de devri daim olacağı son günü seçmiş gibidir. Aylarca pençeleştiği hastalığıyla uzlaştığı tarih, 21 Mart 1973’tür. Yani bir Nevruz günüdür, bu âleme veda ettiği gün.
“Mezarımın üzeri betonla kapatılmasın, ot bitsin, koyun yesin, kuzu olsun, et olsun, memlekete hizmet olsun” vasiyetiyle Yunus Emre’nin son temsilcisi Âşık Veysel…
“Uyandım kuşların ince sesine/ Seherle birlikte iniler durur/ Ses verdim sesine bilircesine/ Âşığın derdini yeniler durur” diyen Âşık Veysel, kuşlarla konuşandı.
“Senden aldım bu feryadı/ Bu imiş dünyanın tadı/ Anılmazdı Veysel adı/ O sana âşık olmasa” ve “Güzelliğin on par’etmez/ Bu bendeki aşk olmasa/ Eylenecek yer bulamaz/ Gönlümdeki köşk olmasa” diyen Âşık Veysel’i “âşık” yapan Alevîlik–Bektaşilik mayasıydı.
Dünyayı bin bir renkle gören, tüm canlıları konuşturan, aşkı en iyi tarif eden Alevî Anadolu ozanıydı…
* * *
Konuyu daha fazla uzatmadan Friedrich Nietzche’nin “Gözyaşları ile müzik arasında bir ayrım yapamıyorum” saptamasına isyan vurgusunun da eklenmesi gerekliliğinin altını çizerek son söz Oscar Wilde’a bırakalım:
“Şu müzikçilerde hiç mantık yok. İnsanın tam top atılsa duymayacak kadar sağır olmak istediği anda dilsiz olmasını isterler.”
NOTLAR:
[1] Andrey Platonov, ‘Birbirimiz İçin Yaşayacağız’, çev: Erdem Erinç, Metis Yay., 2018.
[2] Hermann Broch, ‘Vergilius’un Ölümü’, çev: Ahmet Cemal, İthaki Yay., 2012.
[3] Andrei Tarkovsky, ‘Şiirsel Sinema’, çev: Ebru Kılıç, Agora Kitap., 2009, s.46.
[4] “Karacaoğlan der ki, geldim kapına/ Mail oldum cemaline yapına/ Baban senin ne istiyor tapuna/ Para ile geldim satın almaya…” || “Düriye’min güğümleri kalaylı/ Fistan giymiş etekleri alaylı…/ …Giyme dedim, giydin sen o halleri/ Başıma getirdin türlü halleri/ Düşman ettin bana bütün elleri…” || “Eğer allı morlu giyinir, kendini gösterirsen el âleme, başına gelecekleri sen düşün!” diyor açık açık. “Ana besler hurmayla/ Eloğlu döver yarmayla/ Öldüm ele yalvarmayla/ İki gözüm hain anam/ Yaktın beni zalim babam…” (Feryal Öney, “Kadınların Derdi Açık Saçık Türküler mi Sahiden?”, Radikal, 7 Ekim 2012, s.26.)
[5] Emil Michel Cioran, ‘Gözyaşları ve Azizler’, çev: İsmail Yerguz, Jaguar Kitap, 2015, s.86.
[6] Zeynep Oral, “Gomidas: Anadolu’nun Mozart’ı”, Cumhuriyet, 2 Nisan 2023, s.10.
[7] Zeynep Oral, “Sonsuza Dek Leyla Gencer”, Cumhuriyet, 10 Mayıs 2023, s.13.
[8] Zeynep Oral, “Yaşayan Efsane: İdil Biret”, Cumhuriyet, 27 Nisan 2023, s.11.
[9] Erhan Karaesmen, “Biret’ten Yeni Bir Armağan”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2021, s.11.
[10] Evin İlyasoğlu, “Suna Kan ile Elli Yıl Önce Çıktığı Sahnede”, Cumhuriyet, 14 Haziran 2023, s.13.
[11] Erden Bilgen, “Uygarlığın Sesi: Kemancı Suna Kan”, Cumhuriyet, 14 Haziran 2023, s.2.
[12] Güvenç Dağüstün, “Suna Kan”, Birgün, 12 Haziran 2023, s.2.
[13] Çetin Desde, “Victor Jara”, Güney Dergisi, No: 103, Ocak-Şubat-Mart 2023, s.20-29.
[14] Metin Turan, “Endişe Yaratan Bir Sanatçı: Ruhi Su”, Cumhuriyet, 22 Eylül 2021, s.2.
[15] Okan Toygar, “Yumruk Olup Direnmektir Ruhi Su’yu Dinlemek…”, Cumhuriyet, 20 Eylül 2021, s.16.
[16] Eren Aysan, “Ruhi Su Söylüyor Gecede”, Cumhuriyet, 24 Eylül 2022, s.13.
[17] Mehmet Desde, “Mehmet Ruhi Su”, Güney Dergisi, No: 103, Nisan-Mayıs-Haziran 2023, s.44-52.
[18] Emel Seçen, “Tüm Zamanların Bülbülü Selda Bağcan”, Cumhuriyet, 24 Mart 2022, s.11.
[19] Işıl Çalışkan, “… ‘Gak’ Diyeni de ‘Guk’ Diyeni de Alıyorlar”, Birgün, 21 Mart 2022, s.15.