ORHAN VELİ VE “GARİP” ŞİİRİ
-BURSA-
“Bu umut özgür olmanın kapısı;/ Mutlu günlere insanca aralık./ Bu sevinç mutlu günlerin ışığı;/ Vurur üstümüze usulca ürkek.” – Oktay Rıfat
Her geçen gün biraz daha fazla baskı altına alındığımız toplumsal koşullarla yaşamaktayız. Ekonomik koşullar, hayat pahalılığı, sık sık karşılaştığımız zam haberleri, enflasyon denilen canavar ve bir türlü sonu gelmeyen ekonomik paketler hangimizi garipleştirmiyor ki? Hangimiz biraz garip, hangimiz biraz şair değiliz ki? Aziz Nesin’in “Türkiye’de her üç kişiden beşi şairdir” demesi belki de bundan…
Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday ve Ali Oktay Rıfat’ın 1937’de ‘Varlık’ dergisindeki çıkışları Orhan Veli’nin öncülüğünde “Garip” olarak meyvesini vermişti. Orhan Veli, ‘İstanbul Türküsü’ adlı şiirinde şöyle diyordu:
“İstanbul’da, Boğaziçi’nde,/ Bir fakir Orhan Veli’yim;/ Veli’nin oğluyum,/ Tarifsiz kederler içinde. // Urumelihisarı’na oturmuşum;/ Oturmuş da bir türkü tutturmuşum: // ‘İstanbul’un mermer taşları;/ Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;/ Gözlerimden boşanır hicran yaşları;/ Edalım, senin yüzünden bu halım.’ // ‘İstanbul’un orta yeri sinema;/ Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;/ El konuşur, sevişirmiş; bana ne?/ Sevdalım, boynuna vebalım!’ // İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim;/ Bir fakir Orhan Veli;/ Veli’nin oğlu;/ Tarifsiz kederler içindeyim.”
Orhan Veli ve arkadaşlarının şiiri sanat çevrelerinde sevildiği kadar eleştirilmiştir de… Murathan Mungan’ın ‘Bir Garip Orhan Veli’ adlı oyunu ilk kez 1981’de, daha sonra da defalarca sahnelenmiş, şiirleri de her dönem ilgi görüp tartışılmıştır. Son şiirinin karalamasını bir diş fırçasına saran Orhan Veli’ninki kısacık bir yaşamdı. Ardında etkili ve güzel şiirler bırakan Oktay Rıfat’ı 1988 yılında kaybetmişiz. Şairliğinin yanı sıra roman yazarı, denemeci ve oyun yazarı olan Melih Cevdet Anday’ı ise 2002’de çok yakın bir tarihte kaybettik. Doğum tarihleri gibi ölüm yıldönümleri de yakın olan iki şairimizin anısına “Garip” şiirine farklı bir başlıkla bakmak yararlı olur umarız.
“Garip” şiir akımı ile ilgili birçok eleştiri yapılmıştı. Türkiye’ye arabesk ve argo dilin “Garip” şiiriyle girdiği söylenmişti. Acaba bu böyle mi?
Arabesk, kültürümüzde özellikle 1970’li yıllarda başlar. Kırdan kentlere göç sonucunda özellikle kentlerde kır özelliği taşıyan ve kent sorunlarını da en çok hisseden insanların yaşadığı varoşlar ve gecekondu arabeskin çıkıp ülkeyi sardığı önemli bir geçiş kültürünün ürünü olmuştur.
Şiir akımı diyoruz; fakat Metin Eloğlu gibi “Garip”ten etkilenmiş bazı şairler bile Orhan Veli ve arkadaşlarının şiir anlayışlarının bir akım olmadığını öne sürmüşlerdi. “Garip” şiiri birçok şair tarafından olumlu ya da olumsuz biçimde eleştiri aldı. Kimine göre şiirimize değişim ve yeni bir soluk getirmiş, şiire olan ilginin çoğalmasını sağlamıştı. Metin Eloğlu, Erdoğan Alkan gibi şairler, yazarlar “Garip”in şiire olumlu olumsuz özellikler kattığını belirtmişlerdir. Erdoğan Alkan, arabesk tutumla “Garip” şiiri arasında bir yakınlık duyumsarken, Metin Eloğlu “Garip”in bir akım olmadığını, şiirimizde yavanlıkları, yıpranmışlığı, boşunalığı öteleyen doğal bir aşama olduğunu söylüyordu.
Metin Eloğlu’na göre “Garip”in tutumunu anlamayanlar onu bir moda sanarak değerlendiriyor, gerçek kökenini sezenlerse onu ustaca yorumlayanlar, katkıda bulunanlar oluyordu. Ahmet Hamdi Tanpınar ise Orhan Veli’yi yenilikçi olarak değerlendirmekle birlikte popülizmin temsilcisi olmakla nitelendiriyor ve şiirde yarattığı tipi benliksiz, sadece var olmakla yetinen birisi olarak görüyordu. Ancak Tanpınar’a göre de “Garip” akımı şiirde, hem dilin hem de amacın birlikte değişmesini istiyordu.
Orhan Veli, ilk önsözlerinde, yazılarında hiçbir çizgi sorununa değinmiyor, salt şiirin şaşmaz ilkelerini tanımlamaya çalışıyordu. Aslında bu ilkeler, yasallaşamaz, kurallaşamaz, çağdaş, gündeş ilkelerdi. Metin Eloğlu’na göre bu açıdan şiirimize sarılanlar bir gelişim gücünü yansıtabiliyor; ama ille de kendi toplumsal, düşünsel, sanatsal kişiliklerini, özgünlüklerini saptayarak var kılınmışa öykünmeden…
O dönemden adları anılanlar da onlardı, değerleri anlaşılan da onlardı… Zira Metin Eloğlu’nu tanımlarken de “Garip”ten etkilenişini, özgünlüğünü korumuş olmasına bağlayanlar vardı. Örneğin onunla konuşan Behzat Ay gibi…
Kültürümüzde özellikle 1970’li yıllarda başlayan kırdan kente göçle özellikle varoşlarda başlayan arabesk önemli bir “geçiş kültürü” sayıldı. Bu saptama sosyolog Prof. Dr. Emre Kongar’a ait. O zaman var olan istatistiksel bilgiler halen üç kişiden birisinin gecekonduda yaşam sürdüğünü göstermekte idi. Bu oran 20-25 milyon kişiye karşılık olduğuna göre tutulmasının nedeni kolaylıkla açıklanabilirdi de.
“Garip” şiiriyle gecekondu şarkıları (sadece gecekonduların mı, o da tartışılır ya) arasında bir bağlantı kurulmasına dönersek; Orhan Veli’nin 1936-37 yılları arasında şiirlerini yayınlamaya başladığı sıralarda Türkiye’nin ilk Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel döneminde klasikleri çeviren yazarlar arasında bulunduğu da kayda değer. Göç ile arabesk olgusu ise özellikle 1950’lerden sonra başlıyor.
Çağdaş şiirimiz, Nâzım Hikmet’in ilkini yurtdışında yayınlandıktan sonra 1929’da Türkiye’de çıkmış ikinci şiir kitabı ‘835 Satır’la başlar. 1941 yılında görünen Garipçiler ise şiire yenilik ve yaygınlık getirmiş, şiiri geniş kitlelere benimsetmişti. Ancak “Birinci Yeni” olarak da adlandırılan “Garip”in ardından Nâzım Usta’yla başlayan toplumcu şiire yeniden dönülmüş, 1950’li yılların sonundaysa “İkinci Yeni” adıyla farklı bir şiir anlayışı gelişmiştir. Fakat 1970’li yıllarla beraber bu şiir akımını da terk eden veya içinde yer almak istemeyen şairler toplumsal sorunlara dönük toplumcu şiiri öne çıkarmışlardır.
1940-50’li yıllar faşizmden bütün dünyanın giderek bütün insancıl değerlerin etkilendiği yıllardı.
Türkiye’de sanat-edebiyat alanında o yıllarda şiirimiz de iki kümeden oluşuyordu. Bunlardan biri toplumcu şiirimize göre farklı, küçük burjuva içerikli Orhan Veli ile yandaşlarının “Garip” şiiri; ikinci küme ise toplumcu şiir, topluma yönelik devrimci şiirdi. İkinci gruba girenler bilimsel bilgiyi genç yaşta sindirmiş, dünyadaki devrimci eylemle birleştirmiş Nâzım Hikmet, Enver Gökçe ve Ahmed Arif gibi şairlerdi. Onlar faşizme karşı pratikte de direniyor ve emekçi kitlelerin yaşamlarını ileriye götürecek devrimci bildiriyi sağlam bir estetik yapıyla okura sunuyordu.
Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat’ın Türkiye’deki toplumsal koşulların dayatması ile gerçeküstücülük ve Dadaizm akımının etkisinde şiirler yazdıklarını görürüz. Bu etki Fransız şairlerden yapmış oldukları çevirilerle başlar ki bunlar içerisinde başı çekenler Charles Pierre Baudelaire, Paul Verlaine, Arthur Rimbaud, Stephane Mallarmé ve Gerard de Nerval olur. Orhan Veli’nin 1936-1937 yılları arasında yazdığı bazı şiirlerde bu izleri açıkça görmek mümkündür. Ancak bu şiirler tamamen yazınsal kurallar ve kalıplar içinde yazılmış, yani ölçülü ve uyaklı şiirlerdi.
Fakat 1937’den sonra yazdığı şiirlerde gerçeküstücülüğün ve Dadaizm’in etkilerini görürüz. Orhan Veli’nin şiirindeki bu değişimin nedeni “Garip”in önsözünde kendisinin de belirttiği gibi ölçü ve uyağı kaldırmak, eski biçimleri atmak, özde şiiri burjuva beğenisinden kurtararak daha geniş kitlelerin, yani halkın beğenisine sunmaktı. Tıpkı sembolist şair Rimbaud gibi, İsviçre’de de bir grup genç şair toplumsal kurumlara başkaldırdılar ve bu başkaldırı Fransa’da 1916’da her şeyi alaya alan bir tarz olarak şiire girmişti. 1924’te de Andre Bréton öncülüğünde yine Fransa’da ilk bildirisini yayınlamış olan gerçeküstücülük, yani sürrealist şiir akımı ortaya çıkmıştı. Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday’ı etkileyen bu iki şiir akımı başlangıçta iç içe geçmiş ve benzer özellikler gösteriyordu.
Gerçeküstücülük giderek toplumsal gelişmelerin ve sanattaki arayışların etkisiyle değişir. Önceleri bireyci ve imgeci olan bu tarz, 1930’lardan sonra ikinci gerçeküstücülük bildirisinin yayınlanmasıyla toplumsal ve gerçekçi bir biçime dönüşür. Louis Aragon ve Paul Éluard’ın başını çektiği bu ikinci gerçeküstücüler çıkardıkları dergiye de “Devrimin Hizmetinde Gerçeküstücülük” adını verirler. Orhan Veli, Oktay Rıfat ile Melih Cevdet Anday da bu ikinci gerçeküstücülüğü izlerler. Onlar da artık toplumsal baskıların etkisiyle toplumcu dizeleri ancak bireyci olanların arasına da olsa sıkıştırıp şiirlerinde kullanmaya başlarlar.
Sovyet Devrimi’nin şairi Vladimir Vladimiroviç Mayakovski’nin deyişiyle şiir toplumsal bir soruna çözüm getirmeliydi. Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’ın çabaları Türkiye’ye böylesi şiir getiriyordu. Üstelik şiiri getirmekle kalmıyor, Éluard ve Aragon gibi gerçeküstücülükten kopan iki büyük şairin etkisiyle Türkiye’de eleştirel gerçekçiliğin zeminini de hazırlıyordu.
“Garip” şiirini Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’ın yaşadığı toplumsal koşullara bakarak ele almakta yarar var. Türkiye’de komünistlerin baskı altına alınıp ağır bedeller ödediği yıllar onları gerçeküstücülüğe zorlar. Aslında eleştirel gerçekçiliğe bir adım olan ikinci gerçeküstücülük Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’la birlikte Nâzım Hikmet’in şiirlerinde görülür. Nâzım Hikmet kendisine yönelik yapılan değerlendirmeye karşılık olarak, “Mayakovski’den etkilendiğim ileri sürülüyor, eğer etkilendiğim bir şair varsa o Mayakovski’den çok Paul Éluard olabilir” diyordu. Eleştirel gerçekçi şiirden etkilendiğini belirtiyordu. Oktay Rıfat da, “Ben materyalist ve sosyalistim” diyor ve sanata bakışını açıklıyordu ‘Varlık’ dergisinde. Eleştirel Gerçekçilik; “İkinci Gerçeküstücülük” ile “Sosyalist Gerçekçilik” arasında bir sanatsal tutumdu. Ve bu tutumun adı da Fransa’da Paul Éluard ile Louis Aragon tarafından konmuştur.
Atom insanlığı tehdit etmeye başlamış, uygarlığın yerini barbarlık almıştır. Sanayileşme yüzünden göç büyük bir sorundur. Bütün bu dış etkenler ve sorunlar gerçeküstücü ozanları etkiler. En çok da kendi iç dünyalarını, çocukluklarından kaynaklanan nevroz bunalımını etkiler.
Peki, nasıl kurtulacaklardı bu bunalımdan? Tabii, bilinçaltını boşaltarak. Yani acı gerçeklerle mutlu çocukluk günlerine uzanan tatlı düşleri kaynaştırarak. Gerçeküstücüler, 1924 tarihli Birinci Gerçeküstücülük Bildirisi’nde şiir etkinliğini şöyle tanımlıyorlar:
“Gerçeküstücülük, şimdiye dek ihmal edilmiş belli çağrışım biçimlerinin yüce gerçeğine, rüyanın büyük gücüne, düşüncenin özgür oyununa inançtır. Tüm diğer ruhbilimsel mekanizmaları yıkmak ve yaşamın temel sorunlarının çözümünde başka ruhbilimsel mekanizmaların yerini almak amacını güder.”
Tanımdan şu sonuç çıkartılabilir: Düşünce gerek yazılı veya sözlü gerekse başka bir tarzda olsun aklın denetimi olmadan, hiçbir estetik amaç ve toplumsal kural tanımadan doğrudan aktarılıyor. Böylece bilinçaltındaki ürünler özgürce verilebiliyor. Peki, bilinçaltı sanatta neden böyle birden ağırlık kazanıyordu? Çünkü gerçeküstücülüğün doğduğu, sürdüğü yüzyılda bunalım ve çelişkiler keskinleşmiştir. Gerçeküstücülüğü ortaya çıkartan André Breton ve Louis Aragon’un her ikisinin de tıp öğrencisi olmaları da rastlantısal değil. Bu dönemin koşullarının ortaya çıkarttığı bir şey. Breton, 19 yaşında askere alındığında Birinci Dünya Savaşı sürüyordu. Tıp öğrencisi olması 1915 yılında askere alınmasından sonra çeşitli nöropsikiyatrik kliniklerde çalışarak ruh hastaları üzerinde inceleme olanağı bulmasını sağlamıştır.
André Breton, Louis Aragon, Philiphe Soupault, Robert Desnos ve Paul Éluard gibi ozanların içinde yer aldıkları gerçeküstücülük, kurucularının ve bu akımı tutmuş olanların savlarına göre “gerçek yaşamı deneme ve anlatma biçimidir”. Şiirde Comte de Lautréamont ve Arthur Rimbaud’un önceden sezdiği şeyi, yaşamın tüm yanlarını, görünümlerini üstlenen bir var olma davranışını eylemli olarak ele geçirmenin deneysel başlangıcıdır. Gerçeküstücülük alışılmamışın doğurganlığıydı.
Şiirsel değeri bilinmeyeni işleme tekniğinden gizemli iletişimlere göre evren ve insan bilincinin kilit altına aldığı tüm öteki şeyleri işleme tekniğinden doğuyordu. Gerçeküstücülükten önce onunla paralel gelişen başta Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat’ın da etkilendiği bir akımın, Dadaizm’in öncüsü Tristan Tzara’nın deyişiyle yaşama bir başkaldırı değil, toplumun tüm değer yargılarına, sanatına bir başkaldırıdır. Gerçeküstücülük nasıl geleneksel ve aktüel olanı aşarak bilinçaltının, düş ile hayal gücünün özgürlüğünü isteyen bir görüşse; Dadaizm de insanların yıkılışından, dünyadaki karışıklıktan umutsuzluğa düşmüş hiçbir şeyin sağlam ve sürekli olduğuna inanmayan kimselerin ruhsal durumlarının sonucunda ortaya çıkmış bir görüştür.
Dadaist görüş fazla uzun ömürlü olamadı. Yerini gerçeküstücülüğe bıraktı. Öte yandan Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet ile gerçeküstücülüğün Türkiye yazınına da girmesini sağladı, tabii ardından eleştirel gerçekçiliğinde. Dadaizm’in amacı; savaşa etken bir tavırla karşı çıkmak, savaşa neden olan burjuvazinin yozlaşmış değer yargılarına ve bozulmuş yapısına onur ve ahlaka uygun yeni bir anlam kazandırmak olarak özetlenebilir. Dadaistlere göre, insancıl olan her şeyin üstüne çöreklenip onu örten ve gizleyen aşırı duyarlılık ve yapmacıklık, yukardan atıp tutan kötü bir zevk, sanatın her alanında egemen olduğundan burjuvaziye ait bütün kurum ve kuruluşlarla birlikte sanatının da yıkılması gerekmekteydi.
Orhan Veli, 1941 yılında yazdığı ve “Garip” şiirinin manifestosu sayılan önsözde görüşlerini şöyle açıklıyordu:
“Bugüne kadar burjuvazinin malı olmaktan ve yüksek sanayi devrinin başlamasından evvel de dinin ve feodal zümrenin köleliğini yapmaktan başka hiçbir işe yaramayan şiirde değişmeyen tek şey egemen sınıfların zevkine hitap etmiş olmaktır. Egemen sınıfları yaşamak için çalışmak zorunda bulunmayan insanlar teşkil ediyor, şiir de onların zevkine sunuluyordu. Ama yeni şiirin dayandığı zevk, artık azınlığın oluşturduğu o sınıfın zevki değildir. Bugünkü dünyayı dolduran insanlar, yaşama hakkını sürekli bir didişmenin sonunda buluyorlar, şiir de onların hakkıdır, onların zevkine hitap edecektir. Fakat bu, kitlenin ihtiyaçlarını eski edebiyatın aletleriyle anlatmak demek değildir. Mesele bir sınıfın ihtiyaçlarının müdafaasını yapmak değil, sadece zevkini aramak, bulmak ve onu hâkim kılmaktır. Şimdiye kadar edebiyatımıza şekil veren bütün kalıpları atmalı, yapıyı temelinden değiştirmeliyiz.”
Orhan Veli yazısında sembolistleri birinci sürrealist manifestoda sözü edilen ruhsal otomatizmi salt sözcük oyunlarına başvurarak düşünce ve sanatın çıkış noktası olarak ele almalarını eleştiriyor, zekâ hokkabazlığına düşmek yerine bilinçaltını kullanmakta ustalığın mühim olduğunu belirtiyordu. Orhan Veli’ye göre şiirde şairanelik değil tamamındaki anlam önemliydi. Melih Cevdet Anday; “Garip” şiirini düşünceden yola çıkan duygu yüklü şiir olarak tanımlıyor ve ‘Telgrafhane’ adlı şiirinde, “Uyuyamayacaksın/ Memleketinin hali/ Seni seslerle uyandıracak/ Oturup yazacaksın/ Çünkü sen artık o eski sen değilsin/ Sen simdi ıssız bir telgrafhane gibisin,/ Durmadan sesler alacak/ Sesler vereceksin/ Uyuyamayacaksın/ Düzelmeden memleketinin hali/ Düzelmeden dünyanın hali/ Gözüne uyku girmez ki/ Uyumayacaksın/ Bir sis çanı gibi gecenin içinde/ Ta gün ışıyıncaya kadar/ Vakur metin sade/ Çalacaksın” diyordu. “Garip”te biçimden öte toplumsal koşullara karşı gittikçe özellikle Melih Cevdet Anday’la artan bir tepki vardı. Sonuç olarak da evrim geçirdi ve tarih içinde yer aldı. Doğal olması gerektiği gibi yerini toplumcu şiirimize bıraktı. Tepkilerimizin özünde var olması gereken aldatıcı, yanıltıcı, sabun köpüğünden olmamak, kalıcı, temel bir direnç gösterebilmek değil midir? Buna bir tür başkaldırı da denebilir. Şiirde de, sanatta da, soluklandığımız her alanda zaten yaşamak gecenin tüm karanlığına rağmen buğulu bir cama güneşi çizebilmektir, özetle Albert Camus’nun dediği gibi, “yaşamak direnmektir”!