EDEBİYAT 

‘NÂZIM HİKMET İYİ İNSAN’

Bana yeter/ yirminci asırda olduğum safta olmak/ bizim tarafta olmak/ ve dövüşmek yeni bir âlem için…

Şiirlere kendine özgü ses ve sazıyla adeta can veren Ruhi Su, Nâzım Hikmet’in eserlerinin bestelenmesi konusunda, “Aydın bir ozanın şiirini bestelemek kolay bir iş değil” der ve ekler ‘Ezgili Yürek’te: “Memleketimizde bilimin ve bilim insanının boş kalan yerini sanat ve sanat insanı almış, toplumun sorunlarını bir bilim insanı gibi incelemek zorunluluğu duymuştur. Batı’daki gelişme içinde toplum düzeninin kurallarına aykırı gelen düşüncelerinden dolayı işkence gören, ölüme mahkûm edilen bilim insanlarına karşılık bizim memleketimizde çoğunlukla hep sanat insanları sürülmüş, hapsedilmiş, işkence görmüş ya da öldürülmüştür. Memleketimiz için ne yapılmışsa sanat insanının eliyle yapılmıştır.

Ne güzel iki büyük usta devrimci sanatçıyı aynı albümde buluşturan türkülerini dinlemek, ‘Süvarinin Türküsü’nü, ‘Nâzım Türküsü’nü ve ‘Karayılan’ı.

Ruhi Su ve Nâzım Hikmet yaşamları boyunca bir yandan çeşitli baskıyla zorluklara göğüs germiş, diğer yandan çevrelerine örülen kalın duvarlara rağmen bunu aşıp beslendikleri ulusal ırmaktan evrensel boyutlara taşabilmişlerdir. Türkiye insanının sesini bütün dünyaya duyurup sanatçılık görevlerini başarıyla yerine getirebilmişlerdir.

Ancak ne acı ki her iki sanatçıya da yaşamları boyunca uygulanan baskı ve çıkartılan türlü engeller günümüzde de sürüyor. İnatla sürdürülen “vatandaşlık” ile ilgili tartışmalar, şiirlerini okudukları için tutuklamalar, yasaklamalar devam etmekte. Kimi 2000’lerde olduğu gibi “Yurdunu terk eden bir vatan hainidir” diyor, kimi zaman da “Ulusal bir şairdir” diyenleri 1960’larda, 1970’lerde olduğu gibi linç etmeye kadar vardırıyorlar sataşmalarını.

Ve günümüzde ülkemizdeki tabloya bakıp da kimin vatan haini olduğuna kimin olmadığına karar vermek zaten o kadar zor değil. Nâzım gibi yurtsever aydınlarımıza sataşmak yerine yazdıklarına baksalar gerçekten anlayacaklar; çünkü bugün büyük çoğunluğu Nâzım Hikmet’le aynı hisleri paylaşmıyor mu bu ülke insanının:

Vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa/ vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,/ ben vatan hainiyim…

Nâzım hem gerçek bir yurtseverdir hem de ithamcıların hiçbirinin olmayacakları kadar insancıl, barışsever ve antiemperyalisttir çünkü.

Çünkü Nâzım’ın şiirinin asıl özü Mehmet H. Doğan’ın da dediği gibi, “sevgiyle, saygıyla, güvenle yanaştığı Türk halkıdır”. Onu, akıp giden yaşam ırmağı içinde sevgisi, kavgası, büyüklüğü, zavallılığı ile somut bir biçimde ortaya koyar. Ulusal gerçekten evrensel insan gerçeğine ulaşır…

22 Kasım 1950’de Dünya Barış Konseyi’nin Uluslararası Barış Ödülü Türkiye’den Nâzım Hikmet’e verilmişti. Ödül alanlar arasında bulunan dünyaca ünlü şair Pablo Neruda, Zekeriya Sertel’e Nâzım Hikmet’i göstererek şöyle diyordu: “Bu adamın kadrini bilin. Biz onun yanında şair bile sayılmayız.

Bir yaşamla beraber halkına adadığı kitaplar, seslendirdiği plaklar uzun bir süre yasaklanmıştır. Dünya çapındaki şiirleri cezaevlerinde, sürgünlerde yazılmıştır usta ozanın; ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ bunların başında gelir. ‘Salkımsöğüt’ ile ‘Bahri Hazer’ gibi plağa okuduğu şiirler Nâzım Hikmet’in ününün sanat çevrelerini aşmasını sağlayan ilk ürünlerdir. Hayatı boyunca sosyalizme bağlı kalan Nâzım Hikmet, Bursa Cezaevindeki okumalarında tanıyıp etkilendiği ve ortak mülkiyeti savunan ilk tarihsel kişilik Şeyh Bedreddin ve yoldaşlarıyla ilgili destanı ile birlikte üzerinde tam üç yıl çalıştığı Anadolu insanıyla coğrafyasının Kurtuluş Savaşı yıllarındaki durumunu anlattığı önemli bir yapıt daha ortaya çıkartacaktır: ‘Kuvayı Milliye Destanı’…

2000’lerin başında Nâzım Hikmet’le ilgili TV programlarında dile getirilen eleştirilerde sık sık dile getirilen ‘Karayılan’ isimli Antepli bir milli kahramanın hakkında yazdıklarını doğru değerlendirmek için onun hakkında ‘Kuvayı Milliye Destanı’nda bahsi geçenlere iyi bakmak gerekir.

‘Karayılan’da söz edilen; aslında, Anadolu insanının kahraman olduğu ancak her şeyden yoksun ve yoksul bırakıldığı, eline fırsat geçtiğinde ve çaresizlikten kurtulduğunda her şeyi başaracağı ve başardığı, Anadolu’nun kurtuluş zaferinin de halkın eseri olduğudur. Zaten destanın sonunda da açıkça ifade eder Nâzım Hikmet:

Ve biz de burada bitirdik destanımızı./ Biliyoruz ki layığınca olmadı bu kitap,/ Türk halkı bağışlasın bizi,/ onlar ki toprakta karınca,/ suda balık,/ havada kuş kadar/ çokturlar;/ korkak,/ cesur,/ cahil,/ hakîm/ ve çocukturlar/ ve kahreden/ yaratan ki onlardır,/ kitabımızda yalnız onların maceraları vardır…

Yine TV programlarında Nâzım Hikmet’e dönük karalayıcı eleştirilerden diğer ikisi de, şairin harp okulu öğrencilerini kışkırttığı yönündeki iddiayla yurttan kaçışıyla ilgili iddiadır.

11 Mart 1938 tarihinde harp okulu komutanlığınca hakkında soruşturma açılan ve daha sonra aynı duruşmada Nâzım Hikmet’le birlikte yargılanacak harp okulu öğrencilerinden A. Kadir, ‘1938 Harp Okulu Olayı ve Nâzım Hikmet’ adlı kitapta yazdığı önsözünde, “O zamanlar, ta 1938’de Alman faşizmi azgın bir hale gelmişti. Ortadoğu’da tam bir egemenlik kurmuştu. Harp okulunda kitap okumaya meraklı bir avuç genç vardı. Bu gençler ırkçı ve Turancı bir başka grubun hışmına uğradı. Harp okulu, Ankara allak bullak oldu. Bugün yarın darağaçları kurulacakmış gibi hava esti ortalıkta. Sorgular sualler, mahkemeler derken bu çocuklar kabahatli kabahatsiz kurunun yanında yaş misali gürültüye gittiler. Kimi hapis cezası yedi, kimi alaya çıkarıldı, kimi kâtip sınıfına ayrıldı. Bunlar içinde sosyalist fikirler taşımak şöyle dursun dünyadan habersiz olanlar bile vardı. Ama bu olayın asıl acı yanı, o zaman 37 yaşında olan şair Nazım Hikmet’in bu gençlerin varlığından bile haberi yokken tevkif edilerek onlarla birlikte muhakeme edilmesi ve 15 yıla mahkûm olmasıdır” diyordu.

Nâzım Hikmet ise o sıralar 1933’te girdiği ve 1,5 yıl tutsak kaldığı Bursa Cezaevinden Sultanahmet Cezaevine gönderilmiş ve çıkan afla serbest bırakılmıştır.

1936’da yapılan başka bir değişiklik ceza yasasıyla ilgiliydi. Faşist İtalyan yönetimindeki ceza yasasından alınıp Türk ceza yasasına konan ve daha da ağırlaştırılan 141 ve 142’nci maddeler yasalaştırılmıştır. Buna göre toplumsal sınıflardan söz etmek bile ağır hapis cezasıyla sonuçlanacaktı. Turgay Fişekçi ise 1938’deki bu olayı ‘Nâzım Hikmet’ adlı kitabında ‘Büyük Oyun’ başlığı altında şöyle anlatır:

1936 yılı sonlarında bir harp okulu öğrencisinin üzerinde resmi üniformasıyla İpek Sineması’nda kendisini ziyarete gelmesi, ardından bir provokasyon geleceği kuşkusuyla Nâzım’ın çok canını sıktı. Hemen polis müdürlüğünü arayarak ‘Kendi halimde, ailemin nafakasını çıkarmak için çalışıyorum. Kimsenin etlisine sütlüsüne karıştığım yok. Yine de beni taciz ediyorsunuz. Rica ederim çekin bu adamları’ dedi.

1937’nin 3 Aralık günü şeker bayramı öncesidir. Nâzım ile Piraye çocuklara armağan almak için alışverişe çıkmışlardır. Evlerine döndüklerinde Ömer Deniz adlı bir harp okulu öğrencisi kendilerini beklemektedir ve o sırada evde bulunan şairin üvey annesine “Nâzım Hikmet bana randevu verdi” diyerek eve girmiştir.

Nâzım Hikmet yine başının derde gireceğini düşünerek geleni başından savar. Yeniden siyasi polise telefon edip Harbiyeli kılığında gelen ajanlarını geri çekmelerini ister. Aslında Ömer Deniz’le A. Kadir ve diğer gençler edebiyata, okumaya düşkündü. Nâzım Usta’nın kitaplarını okuyup hayran olmuşlardı ve bu ilgilerini sadece okulda bulunan başka arkadaşlarıyla da paylaşıyorlardı. 5 Ocak 1938’de harp okulunun öğrencileri arasında yapılan bir genel aramada 20 kadar öğrenci dolabında başka kitaplarla birlikte Nâzım Hikmet’inkiler de bulunmuştur.

Sorguya tutulan öğrencilere yöneltilen en önemli soru Nâzım Hikmet’le Ömer Deniz’in konuştuklarıydı. Aslında oyunun planları önceden hazırlanmıştır. Savaşın yaklaştığı, faşizmin bütün Avrupa’da güçlendiği ve Türkiye’de de kendine yandaşlar bulduğu bir sırada kitaplarıyla faşizm düşmanlığı yapan Nâzım Hikmet’e bu özgürlük tanınamazdı ya, daha önce yargılanıp bir suçunu bulamayan mahkemeler onu serbest bırakmıştır ama bu kez askeri mahkemeyle kalıcı sona mutlaka ulaşacaklardı.

17 Ocak akşamı, Nâzım yeni bir dergi tasarısı üstünde konuşmak için yakınlarından birisine gittiği esnada evi ve iş yeri basılır. Bulunduğu yer öğrenilince oradan da alınıp polis merkezine götürülür. Ardından Ankara’daki merkez komutanlığına teslim edilen Nâzım Hikmet askeri cezaevindeki tek kişilik bir hücreye konacaktı.

Birisinin yargıç, dördünün ise subay olduğu askeri mahkeme heyeti 29 Mart günü gizli yaptıkları duruşmayla ‘askeri isyana teşvik’ suçundan Nâzım Hikmet’i 15 yıl ağır hapis cezasına mahkûm eder. Buna aynı iddiayla donanma komutanlığının 20 yıl hapis cezası da eklenir. Hakkındaki iki hüküm birleştirilip toplam 28 yıl 4 aylık cezası mayıs ayında askeri temyizce de onaylanır. Sırayla Ankara Cebeci’den sonra İstanbul Sultanahmet, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde toplam 13 yıla yakın kalır. ‘Kuvayı Milliye Destanı’ da işte bu üç cezaevinde 1939-41 arasında yazılıp tamamlanmıştır. Ancak tefrika edilebilen kitabı 1965’te, yani yaklaşık 25 yıl sonra ‘Yön’ dergisinde yayımlanabilmiştir.

Nâzım Hikmet’le ilgili ortaya atılan iddialardan biri de yurt dışına çıkışlarıyla ilgili olandı.

Nâzım Hikmet yaşamı boyunca üç kez yurt dışına çıkar. İlki 1921 yılında gerçekleşmiştir. İstanbul’un işgal altında olduğu yıllardı. Nâzım Hikmet coşkulu şiirler yazıyor ve gençleri vatanın kurtuluş mücadelesine davet etmekteydi. Kendisi de ulusal kurtuluş hareketlerine katılmak için Ankara’nın çağrısı üzerine yakın arkadaşı Vala Nurettin’le yanlarında Faruk Nafiz Çamlıbel ve Yusuf Ziya Ortaç’la birlikte İstanbul’dan yola çıkmışlar, önce Anadolu’ya silah kaçıran bir vapurla İnebolu’ya geçmişlerdi. Burada izinle bekledikleri sırada Almanya’da öğrenim görmüş ve o yıllardaki Spartakist hareketten etkilenen gençler vasıtasıyla sosyalist düşüncelerle tanışmışlardı. Sosyal Demokrasi Partisi’nin radikal sol kanadını temsil eden Rosa Luxemburg ve Karl Liebneck önderliğinde Spartakistlerin çıkışı 1918’de Almanya’da bir devrimle taçlanmamıştır ama devrimcilerin belleklerinde iz bırakan Avrupa’daki önemli bir tarihsel kalkışma sayılır.

Ankara’ya ulaştıkları sıralarda ise Sovyetlerden övgüyle söz edilmektedir. Sovyet Rusya, Lenin önderliğinde Türkiye’yi parçalamak isteyen emperyalistlerle ortaklık eden Çarlık yönetiminin bütün anlaşmalarını açığa çıkartıp Büyük Millet Meclisi ile bir işbirliği anlaşması bile imzalamıştır. Yazdıkları İstanbul’da ses getiren, Mustafa Kemal Paşa’yla tanıştırılan Nâzım Hikmet, Vanu’yla birlikte Bolu’ya öğretmen olarak atanmıştır.

Öğretmen olarak tayin edildikleri Bolu’da tanıştıkları ağır ceza yargıcı olan Hilmi Ziya da sosyalist görüşlü biriydi, onun etkisi ve Fransız İhtilali hakkında öğrendiklerinin tesiriyle Trabzon üzerinden önce Batum’a, ardından da Tiflis’e gitmeye karar verirler. Nâzım Hikmet, Tiflis’te tanıştıkları öteki Türkiye komünistleriyle beraber Moskova’ya doğru yola çıkar. 1924 yılında da yurda geri döner, ‘Aydınlık’ dergisinde çalışmaya başlar.

Nâzım Hikmet’in yurt dışına ikinci çıkışıysa 1925 yılında olur. Bunun nedeni ise Doğu Anadolu’da patlak veren Şeyh Sait isyanıydı. Hükümet isyanı bastırmak için ‘Takrir-i Sükûn’ adlı bir yasa çıkararak olağanüstü yetkiler kazanır. Bu yasayla isyanla ilgisi olmayan solcular da baskıyla karşılaşır ve ‘Orak-Çekiç’ ile ‘Aydınlık’ın da aralarında bulunduğu birçok dergiyle gazete kapatılıp sorumluları tutuklanır.

Kendisinin de tutuklanacağını anlayan Nâzım Hikmet önce İzmir’e, sonra tekrar İstanbul’a dönerek buradan Sovyetler Birliği’ne gider. TKP üyelerinden 38 kişi Ankara’da İstiklal Mahkemesi’nce yargılanarak çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştır. Nâzım Hikmet’e de yokluğunda 15 yıl hüküm giydirilmişti.

1926 yılında çıkarılan aftan sonra yurda dönmek için yaptığı başvurulara olumlu cevap alamayan usta şair, 1928’de yurda döndüğü gibi tutuklanır ve Hopa Cezaevine kapatılır, çıkarıldığı duruşmada ise yazdıkları hakkında suç unsuru bulunamadığı için serbest kalır. ‘Resimli Ay’ dergisinde yazmaya başlar ve ‘Putları Yıkıyoruz’ adlı yazı dizisiyle de dikkat çeker.

Putlar dediği kemikleşmiş edebiyat anlayışının temsilcileri olan eski kuşak yazarlardı. ‘Resimli Ay’ dergisinin Haziran 1929 sayısında yayımlanan dizinin ilki ‘Dahi-i Azam’, yani ‘Büyük Adam’ olarak adlandırılan şair Abdülhak Hamit üzerineydi. Abdülhak Hamit o yıllarda neredeyse Shakespeare’le kıyaslanıyordu. Nâzım Hikmet eleştirisinde Shakespeare’i büyük sanatçı yapan özelliğin feodalizmin yıkılışı ve kapitalizmin doğuşu yıllarında yaşamış olmasına karşın, her iki toplumsal düzene de karşı çıkmış olmasında bulunduğunu söyleyerek Abdülhak Hamit’in onun ancak karikatürü olabileceğini ifade etmiş, “İçinde yaşadığı Osmanlı toplumunun özelliklerini evrensel bir dille anlatabilmiş olsaydı dâhiler arasında yer alabilirdi” demiştir. Bu eleştiriyi kabul edenlerden en başta gelen, Abdülhak Hamit’in kendisi oldu.

Temmuz 1929’daki dizinin ikincisi, o yıllarda gene ulusal şair olarak gösterilen Mehmet Emin Yurdakul üzerine yazılmıştı, ‘Mehmet Emin Efendiye’ başlığını taşımaktaydı. Mehmet Emin Yurdakul’un Türkçeyi bile güzel kullanmadığını belirtiyor, ulusal kurtuluş savaşını yaşamış bir şair olmasına karşın mücadelenin sesini duyuramayan birinin ulusal şair sayılmayacağını söylüyordu.

Bu yazılar, dönemin bütün ünlü yazarlarınca tepkiyle karşılanmış fakat Nâzım cesaretle dile getirdiği düşüncelerle takdir de edilmiştir.

Nâzım Hikmet’in üçüncü ve yurttan son çıkışı ise bir daha dönmemecesine gittiği Moskova’daki 3 Haziran 1963’te ölümüne kadar sürecek olan 1951 yılındaki çıkışıdır.

1930’lu yıllarda Nâzım Hikmet’in ünü iyice artmıştır. Öyle ki artık şapkasından gömleğine, yürüyüşünden şiirine kadar onunla ilgili her şey ilgi uyandıracaktı. Türkiye’deki yönetim ise tam tersine bu durumdan rahatsızlık duymaktaydı.

1950 yılında Nâzım Hikmet’in özgürlüğe kavuştuğu yıllarda dünya iki kutba ayrılmıştır. ABD’de yaşanan McCarty dönemi Türkiye’ye de yansır. En küçük hak talebi kovuşturmaya uğrar, tabii Nâzım Hikmet’inki de. Onunla ilgili tekrar hapse atılacağı, yazı yazdırılmayacağı söylentileri dolaşır. O dönem yurtta adeta tam bir ‘Kızılelma Koalisyonu’ kurulmuştur. Milli şef rejimini sürdürmek isteyenlerle “Kahrolsun komünizm!” sloganları atanlar birleşmişlerdir.

Çünkü komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla hem 1931’de hem 1933’te iki kez kovuşturmaya uğramıştı. İlkinde aklanmış, ikincisinde ise tutuklanıp Bursa Cezaevine konmuştu. Son tutuklanışı ise meşhur 1938 Harp Okulu Olayı ile olanıydı.

Bursa cezaevindeyken mecliste haklarında çıkan af tasarısı engellenince açlık grevine başlamıştı. Açlık greviyle kamuoyunda destek bulan Ahmet Emin Yalman’ın ‘Vatan’ gazetesinde başlattığı adli hataya kurban gittiği yolundaki kampanya 100 kadar siyasi hükümlünün salıverilmesi için bazı aydınların imzaladıkları dilekçeyle birleşince 1950’deki aftan yararlanıp hürriyetine kavuşabilmişti.

Bütün dünyaya yayılan ‘Nâzım’a Özgürlük’ kampanyası ses getirip serbest kalmasına rağmen cezaevinden çıktıktan sonra bir yandan geçimini sağlamakla uğraşırken tam anlamıyla özgürlük de yaşayamaz, artık sürekli izlenmektedir.

26 Mart 1951’de oğlu Memet doğar. Bir gün kendisine askerlik yapmamış olduğu, bu nedenle askere gönderileceği de bildirilir. Her ne kadar deniz harp okulu mezunu olduğunu ve sağlık nedeniyle çürüğe çıkarıldığını açıklarsa da gerekçeleri kabul edilmez ve sağlam raporu verilip Zara’ya gideceği tebliğ edilir.

2 Nisan 1948’de öldürülen Sabahattin Ali’nin akıbetine uğrayabileceğini düşünen dostları kendisi için de böylesi planlar yapıldığını anımsatarak onu uyarmışlardı. Askerde bulunduğu yerde vurulacağı ve sonra da kaçıyordu şeklinde bir açıklama yapılacağı konuşuluyordu. Bütün bu söylenenlerden sonra ülkeden kaçmaktan başka bir çözüm bulamıyordu Nâzım Hikmet. TKP, Moskova’ya “Nâzım legal alanda yararlı olabilir” diye bir rapor yazar.

O sıralar Amerika’daki üniversite öğreniminden yeni ülkeye dönmüş kız kardeşinin nişanlısı olan Refik Erduran, Nâzım Hikmet’e kendisini bir deniz motoruyla kaçırabileceğini söyler. Nâzım Hikmet bu öneriyi bir süre düşündükten sonra kabul eder, bir süre günlük hayatını sürdürür, hiç kimseye bir şey açıklamaz.

Eşi Münevver’e askerlik işi için Ankara’ya gideceğini söyler ve 17 Haziran 1951 günü sabahı saat 4’te izlendiği evden gizlice çıkarak Refik Erduran’la sözleştikleri Tarabya’ya gider. Refik Erduran motorla Tarabya’ya gelerek Nâzım Hikmet’i rıhtımdan alır. Önce Boğaz’da geziyormuş gibi güneye, sonra karşı kıyıya sürer. Bu sırada Boğaz’dan geçen bir geminin ardına takılarak kuzeye yönelirler.

Karadeniz’e çıktıklarında amaçları Varna’ya gitmektir. Ancak Romanya bandıralı bir şilebe rast gelirler. Planları değişir ve gemiye yanaşırlar. Nâzım Hikmet gemidekilere Fransızca ve Rusça seslenerek şair Nâzım Hikmet olduğunu ve gemiye binmek istediğini söyler. Gemi durur ancak Nâzım Hikmet bir türlü içeri alınmaz. Gemidekiler durumu Köstence’ye bildirmişler, orası Bükreş’e, Bükreş de Moskova’ya sormuştur, olumlu yanıt gelene kadar bekletildikten sonra gemiye alınmıştır.

Nâzım Hikmet gemiye binip yemek odasına gelir gelmez duvarlarda asılı olan “Nâzım Hikmet’e Özgürlük” yazılarını görür. Bükreş radyosu da 20 Haziran 1951 günü akşam yayınında Nâzım Hikmet’in Romanya’da bulunduğunu tüm dünyaya duyurur. 29 Haziran 1951’de de uçakla Moskova’ya inen Nâzım Hikmet’i Sovyet yazarlar çiçeklerle karşılamışlardır.

Her şeyden önce Nâzım’ın sanatını harmanlayan kuşku yok ki yaşamının ilk yıllarından itibaren tanıştığı ulusal değerlerle ileriki yıllarda edindiği toplumcu politik kimlik olmuştu. Çağının başta fütürist ve konstrüktivist olmak üzere bütün şiir akımlarından yararlanmış ve denemiş olmakla birlikte sanatsal duyarlılığı sayesinde aynı zamanda duygusal-toplumcu bir kişilikle en güzel şiirleri yazmış, insanla ilgili bütün duyguları anlatmıştır: “Anadolu’ya geçtim. Millet sıska, Nuh’tan kalma silahı, açlığı ve bitiyle savaşıyordu Yunan ordularına karşı. Milleti ve savaşını keşfettim. Şaştım, korktum, sevdim ve bütün bunları yazmak gerektiğini sezdim.

Emperyalist-gerici saldırıların arttığı günümüzde solcu Nâzım’dan rahatsızlık duyulmasının sebepleri ortadadır. 25 Temmuz 1951’de vatandaşlıktan çıkarılmıştı. Kız kardeşi A. Samiye Yaltırım’ın şaire vatandaşlık hakkı verilmesine ilişkin açtığı ve 1992’de reddedilen dava kararının sanatçının sevenlerinin nezdinde hiçbir önemi yoktur. Sevenlerinin gönlünde ne Nazım’a ‘Vasiyet’inde çok görülen çınarlı bir mezar yeri ne de onu meze yerine koyan şatafatlı törenlerin bir değeri vardır. Nâzım zaten içi insan sevgisi dolu bir yürek ve halkının kavgasıyla yüklü bir bilinçle Anadolu’da koskoca bir çınar olarak sonsuza dek yaşayacaktır.

TV programlarındaki eleştirilerde, Nâzım Hikmet’le ilgili olarak oğlunun sözlerinden uyruğuna, hayatını paylaştığı kadınlardan Mustafa Kemal’le ilgisine dair birçok şey söylendi. 2000’lerin başında bile bunlara takıldılar. Artık hakkında atıp tutanlara, yazılıp söylenenlere ustanın şiirleri en güzel yanıttır, tabii ki bütün bu iddialar onun büyük bir şair, ulusal bir değer, evrensel bir sanatçı olmasına mani olamayacak.

Bütün dünyaya mal olmuş devrimci sanatçı kişiliği, şiirleri ile önemli bir kısmını duvarlar ardında geçirmesine karşılık düşüncelerinden taviz vermeyen savaşçı üretken kimliğiyle koca bir yaşamla içi sevgi dolu bir insanı anlatmak o kadar güç ki… Belki de şair hakkında biyografi yazan Turgay Fişekçi’nin sözleriyle özetlemek en güzeli:

Nâzım Hikmet iyi insan…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar