TOPLUM 

EMPERYALİZM VE GERİCİLİĞİN İÇ YÜZÜ

Dünyada toplumsal eylemlilik ve gençlik hareketlerinin ivme kazandığı yıllardı 1960’lar. O dönemin tam da ortasında uzunca bir şiir yazmıştı Ataol Behramoğlu, 1965 yılında ve ‘Bir Gün Mutlaka’ adında:

Gencim daha, dünyayı görmek istiyorum, öpüşmek ne güzel, düşünmek ne güzel, bir gün mutlaka yeneceğiz!/ Bir gün mutlaka yeneceğiz, ey eski zaman sarrafları! Ey kaz kafalılar! Ey sadrazam!/ Sevgilim on sekizinde bir kız, yürüyoruz bulvarda, sandviç yiyoruz, dünyadan konuşuyoruz.

Herkesin dünyadan ve güzel şeylerden konuştuğu, bireyciliğin bir kâbus gibi toplumumuza henüz çökmediği yıllardı o yıllar. Komşumuzun bahçesindeki erik ağacı hepimizin idi. Çoğumuzun evindeki transistorlu radyolardan en güzel şarkılar beraberce dinlenirdi. Ekmeği veresiye de bulsalar karnımızı doyuruyorlardı. Yine bol sıfırlı olmayan büyüklerimizin verdikleri paralarımızla alıp “şeker de yiyebiliyorduk”.

Sanayinin çocuk işçi çalıştırması 18’inci yüzyılın başlarında gerçekleşti. “Reform” ile “Rönesans” hareketleri öncesi, yani 1789 Fransız İhtilali’nden sonra 1801’de buhar gücüyle işleyen makinelerin bulunması endüstride gelişmeye yol açınca, ihtilalin itelemesiyle köy ve kasaba topluluklarının büyük kentlere yığılması, zaten yoksul olan bu kesimin daha da yoksul kentli sanayi işçilerine dönüşmesine neden olmuştu.

O zaman Batı toplumlarında egemen olan ekonomik ve toplumsal anlayış, “rasyonel insan”, “ekonomik insan” kavramını temel alan “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!” formülasyonuydu. “Her bireyin aradığı özgürlük, doğru olan özgürlük” anlayışı ekonomik girişim ve yarışma, yani rekabet özgürlüğü haline bürünüyor, “Birey kendi çıkarını kollarken ve yerine getirmeye çalışırken genel yararı, yani kamu yararını da en iyi düzeyde gerçekleştirmiş oluyor” türünden bir düşünceye sapıyordu. Türkiye’de sağcı iktidarların mutlak, gerici reformist iktidarların da benzeri her mahallede bir zengin yaratma düşüncelerinin temelinde yatan buydu.

Bu da doğal olarak böylesi bir anlayıştan bireyler arasındaki ilişkilerde kimsenin de araya girmeyeceği, giremeyeceği bireyler arasında sözleşme yapma özgürlüğü gibi bir özgürlük düşüncesini ortaya çıkarmıştı. İşte, ancak bu özgürlük anlayışı başta aristokrat kentli, soyluların baskılarına karşı verilmiş mücadele sonucunda ortaya konmuşsa da yeni gelişen sınıfsal yapıyla burjuvazinin işçi sınıfına ve örgütlerine yönelttiği bir hak, sözde “özgürlük” hakkı haline dönüştü.

Bireysel kapitalist ile bireysel emek karşı karşıya gelip kendi istekleri ile örneğin çok düşük bir ücret ve çok uzun çalışma saatlerini öngören bir sözleşme üzerinde anlaşırlarsa buna kimsenin bir şey diyeceği yoktur.

18’inci yüzyıl boyunca gelişen bu egemen anlayışın sonucunda işçiler arasında yaygın bir yoksulluk, hastalık, yüksek çocuk ölümü oranları, çok düşük eğitim düzeyi ve daha birçok olumsuz koşul ortaya çıkmıştır. Çünkü kapitalist karşısında hiçbir korunması olmayan, yalnız kol gücüne sahip tek tek işçiler 16 veya 18 saati bulan iş günleri karşılığında çok düşük ücretlerle ve sağlıksız koşullarda çalışmaya zorlanmaktaydılar.

Doğal olarak kadınlar, 5-6 yaşından itibaren çocuklar kıyıcı, yıkıcı felaket düzenden nasibini almışlardır. Onlar da bu düzenin dışında farklı bir konumda düşünülmemişlerdi.

Orta Çağ’da kralın ve ruhban, dinci sınıfın koyduğu yasalar adeta tanrı yasaları sayılmış, krala karşı gelmek yasaklanmıştır. Kralın tanrı buyruğuyla o yere gelen bir kimse olduğu ve davranışlarından dolayı da kimseye hesap vermek zorunluluğu bulunmadığı belirtilmiş ve benimsenmiştir. Bizde Osmanlı padişahının “zıllullah-ı fil-i âlem”, yani “tanrının yeryüzündeki gölgesi” sayılması olayında olduğu gibi. Onun buyruklarına da karşı çıkılmamıştır. Çünkü ferman padişahındı.

Toplumdaki şu basamaklanmayı bir kaldırın, şu çalgının uyumunu bir bozun, görürsünüz o zaman kopacak gürültüyü!

Böyle diyordu William Shakespeare. Gerçekten bir gümbürtü kopuyordu. Artık işler doğaüstü güçlere bırakılmıyordu. Orta Çağ’ın küçük ve kapalı toplulukları yok olmuştu. Onların daha önce benimsenen yasallık ölçütlerinin de geçerli yanı kalmamıştı. Eşitsiz bilincin kaynağı kapitalizmdi ve kapitalistler eğitimli bir insan, bilinçli topluluklar istemediler. Hele bilinçli bir işçi sınıfını hiç istemediler.

Ancak “sınıf”, 19’uncu yüzyılda ideolojisini bulmuştu. Gelişen sınıfsal bilinç; yönetim, kendi demokratik anlayış ve kurduğu örgüt yoluyla yapılan köklü değişmeler sonucunda kendi öz aygıtı olarak meyvesini sunmuştu işçi sınıfına.

19’uncu yüzyılda eskinin formülasyonuyla işçi sınıfıyla ve öz örgütleriyle baş edilemeyeceğini anlayan kapitalizm ise, buna karşılık insanlığa yeni olmayan ilkelliğin ve barbarlığın bir yöntemi olarak savaşı yeniden sundu. Bu defa üstelik hem daha acımasız hem daha da kıyıcı…

Burjuvazinin ve emperyalizmin hizmetinde işbirlikçi faşizm, dünya işçi hareketine ve gelişen uluslar mücadelelerine de en büyük düşman oldu. Ultra-emperyalist sistemin dümeninde ABD odaklı düzenin uşaklığının günümüzdeki uzantısı ile dayanak noktaları ve emperyalist sermaye koruyuculuğunun temel direkleri bunun sonucunda yükselmişlerdir: Sözde üretim faktörü olarak sermaye ile ‘emeğin’ ilişkisini köle ve üstün insan arasındaki ilkel ve bağnaz ilişkiye benzeten Nietzsche felsefesi, Alman faşizminin temel besini olmuştur.

Bu mantığın sermaye diktatoryası, nam-ı diğer faşizmin temel dayanağı oydu. Sosyalizmi ve devrimci işçi sınıfının burjuvaziye karşı ilerici hareketini, kölelerin ahlak başkaldırışı olarak gören felsefe savunuculuğu düşünce özgürlüğünün de önünde en büyük engel olarak duran gerici karakterli faşizmdi.

Öte yandan emperyalist sistemin ekonomik temellerini kuran ve oturtan kapitalizmin kriz dönemlerinde reformistlerin ortaya attıkları birtakım ikameci sözüm ona sosyal politikalar ise fırsatçı bir tavrın örnekleri olarak emeğin cephesine geçici yanılsamalardan başka bir şey vermemiştir. Onlara göre emek ve sermaye arasındaki çelişki sadece bilgisizliğe dayanmaktadır, bilinçsizliğe değil!

Böylece emek cephesinde yanlış ata oynayanlar kendilerine göre yenilgiye de kılıf uydurmuşlar, bunun teorisini baştan ortaya koymuşlar, üretimlerini de sadece teslimiyetçi bir mantaliteye dayandırmışlardır. Sanki yaşanan her türlü çelişkinin, eşitsizliğin altında yatan gerçek neden buymuş gibi.

Bugün de dün olduğu gibi faşizmin, gericiliğin karşısında en büyük ve örgütlü güç ilericilik, işçi sınıfının mücadelesi ve devrimciliktir.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar