USTURA–2

-ADANA-
Ezgi, telefonunu kapattıktan sonra parmakları bir süre daha ekranda oyalandı. “Hemen çıkıyorum, ağlama lütfen.” Ömer’in sesi, her zamanki gibi sakinleştirici olmaya çalışsa da içindeki o devasa boşluğu dolduramıyordu. Emrah gitmişti. “Çekti gitti!” Bu iki kelime, zihninin içinde yankılanan bir tokat gibiydi.
“Her zamanki yer” dedikleri, nehrin kıyısındaki o eski, ahşap banktı. Akşamları şehrin ışıkları suya vurur, romantik bir hava katardı ama şimdi öğleden sonranın donuk ışığında… Ezgi, tırnaklarıyla bankın pürüzlü yüzeyini kazırken gözlerini akan suya dikmişti. Su her şeyi alıp götürür derlerdi. Keşke içindeki bu ağırlığı da alıp götürseydi.
Derin bir nefes aldı. Gözlerini kapattı. Ömer gelene kadar biraz olsun sakinleşmeliydi. Ama zihni, kontrolden çıkmış bir elektrik sayacı gibi dönüyordu. Bir kapı sesi… Sertçe kapanan bir kapı… Emrah’ın yüzü… Ama net değil, sanki bir sis perdesinin ardında, sis de bir boşluk doldurmuyor da bir boşluk yaratıyor gibi… Sonra gülümseme siliniyor, hayır, silinmiyor, bir başkasına evriliyor o an. Loş bir oda… Ömer’in silueti… Her zamanki gibi dinleyen, anlayan, yargılamayan bir ifadeyle ona bakıyor. Ama bu bakışta Ezgi’nin daha önce hiç fark etmediği, tanımlayamadığı bir şey var. Bir gölge. Yoğun, neredeyse elle tutulur bir keder. Bu keder ona mı ait, yoksa Ömer’e mi? Ömer’in eli omzuna dokunur, her zamanki teselliyi sunar gibi. Ama dokunuş, bir an için derisini yakıyor sanki. Soğuk bir yanma. Tıpkı o eski usturanın metalik soğukluğu gibi… Neden aklına bu gelmişti ki şimdi? Hiç görmediği, bilmediği bir ustura… Tekrar Emrah. Kahkahaları. Birlikte yürüdükleri o sahil yolu. Rüzgârda savrulan saçları… O an Ezgi’nin saçları da savruldu. Ama sonra saçlar birbirine dolandı, boğazını sıkar gibi oldu. Kırmızı bir ip miydi bu, yoksa kendi saçları mı? Nefes alamadı… Aniden bir yılan belirdi zihninde. Yoksa saçları parlak, kıpkırmızı bir yılan mı ya da siyah, simsiyah… Ama korkutucu değil. Daha çok hüzünlü… Yılan yavaşça ona doğru süzüldü, gözlerinin içine baktı. Yılanın gözlerinde tanıdık bir acı vardı. Ayak bileğine dolandı yılan, sonra yavaşça yukarı tırmandı. Soğukluğunu hissetti ama bir yandan da tuhaf bir şekilde bu soğukluk ona tanıdık geldi, sanki bu yılan hep oradaymış da o yeni fark ediyormuş gibi. Yılanın başı kalbine yaslandı. Bir fısıltı duyar gibi oldu Ezgi ama kelimeler yoktu ve derinde, çok derinde, adını koyamadığı bir suçluluk. Kime karşı?
Gözlerini açtığında Ömer gerçekten de karşıdan koşarak geliyordu. Yüzünde her zamanki endişeli ama şefkatli ifade… Ezgi, hızla ayağa kalktı karanlık dehlizlerinden sıyrılmaya çalışarak. Az önce gördüğü, hissettiği o tekinsiz imgeleri gerçeklikle silmeye çalıştı. Kısmen başardı bunu. Ömer yanına ulaştığında nefes nefeseydi. “İyi misin?” diye sordu hemen, ellerini Ezgi’nin omuzlarına koyup. Ezgi başını salladı ama gözleri bir an için Ömer’in gözlerinin derinliklerinde o kırmızı yılanın hüznünü, o tanımlayamadığı gölgeyi aradı. Bulamadı. Ya da belki de bulmak istemedi. “Gitti,” diye fısıldadı sadece, gözyaşları yeniden akmaya başlarken. “Emrah gitti.” Ömer ona sıkıca sarıldı. Ezgi, başını Ömer’in göğsüne yaslarken bir an için o yılanın soğukluğunun yerine Ömer’in bedeninden yayılan sıcaklığı hissetti. Ama zihninin bir köşesinde o kırmızı yılan hâlâ kıvrılıyordu; Ömer’in farkında olmadığı ama Ezgi’nin ruhuna, tam göğüs kafesinin ortasına incecik bir sızı oturdu… Sadece Emrah için ağladığını sanıyordu. Ama o kadar da basit değildi içinde yaşadığı.
“İyi ki geldin. Sana o kadar ihtiyacım vardı ki…”
“Yine mi aynı şey oldu?”
“Evet. Yine saçma sapan tavırlar… Çekip gitmeler…”
“Sevmiyorsun işte onu Ezgi, kabul et! Belki de o seni…”
“Hayır. Seviyorum. En azından ben onunum, o benim.”
“Ait olmak öyle bir şey değil.”
“Nasıl bir şey?”
Anlatamazdı ki Ömer, ait olmanın geceler boyunca onu düşünmekle eş değer olduğunu, her gece rüyasında onu görmek olduğunu, her nefes alışının bir Ezgi’ye sahip olduğunu, onun olmadığı bir şehirde yaşamanın bir müebbet ceza olduğunu. Gözlerine uzun uzun baktı. Ama Ezgi kaçırdı gözlerini. Tam o anda:
“Peki, yanlış kişi olduğunu düşünmüyor musun artık? Aşk sanılan şeyin hep yanlış kişilerde tezahür ettiği de bilinen bir gerçek.”
“Ömer! Kim doğru ki?”
Diyemedi, dili tutuldu. Uzun uzun baktılar birbirlerine. Çok fazla sevgi vardı içinde Ömer’in. Peki, bu sevginin içi? Peki, Ezgi’nin aradığı sadece şefkat miydi, sadece anlayış mı? Sanmıyorum… Kaderler yanlış yazılmış olamaz mıydı?
* * *
“Sıkışmış olamaz mıyım mesela? Sevgili anlatıcı!”
“Efendim, ne dedin bana?”
“Sana demedim, Ömer!”
Ben mi? Bana mı diyorsun?
“Evet, sana diyorum. Kurgulamak kolay sanki! Hiç kurguladığın bir girdapta kaybolan bir karaktere yardım etmeyi denedin mi? Yoksa senin işin sadece kurgulamak mı?”
Tabii ki denemedim. Ama istersen, gerçekten başka çaren yoksa, yani denerim.
“İstiyorum. Beni bu sıkışmışlıktan kurtar, lütfen. Ve Ömer neden seni duyamıyor?”
Çünkü kurgulayan benim. Aklıma bir şey geldi. Ama önce sen bir şey yapmalısın…