MEZARCI İLE KARGA

-ADANA-
Donuk, mimiksiz bir ifade ile yaklaşıyor mezara doğru. Üstü başı çok düzgün, güzel ve siyah bir takım elbise giymiş. Çok uzun boylu ve garip bir bıyığı var. Yüzü kemikli, kaşları sürekli çatık… İnsana huzur veren bir yüz değil bu. Hiç sevmem sinirli duran yüzleri. Bu adamınki gözüme daha da çirkin geldi şimdi. Beni yanlış anlamayın. Hiçbir zaman şekilci olmadım. İnsanları, kuşları ya da kedileri tiplerine göre sınıflamam. Fakat bu mezarcının içi… İçinin çirkinliği… İçinin boşluğu… Ne bileyim… O kadar ölü, toprak altındayken en çok o ölüymüş gibi geliyor bana.
Yine aynı şeyi yapacak sanki. Evet, yaklaştı mezar başında duran adama. Büyük ihtimalle gömülmekte olan kadının ya da adamın – bilemem ki kim olduğunu, üstelik kefene sarılı – akrabası. Çok hüzünlü duruyor. Gerçekten sevmiş ölüyü. Bu çok belli… Yakınlarından biri “Çok genç gittin, yavrum,” diyor. Herkeste büyük bir hüzün var. Yaklaşma lütfen, o insanların acısını hayatsızlığınla dağlama! Saçma sapan cümlelerinle, sırf para uğruna hüzünlere hüzün ekleme! Yaptı işte, konuşuyor onunla. Para istiyor ondan. Takım elbiseli bir mezarcı… Ben buradan rahatsız oldum ama oradakiler?.. Bu hep böyle sürdü ama sürecek mi daha? Para istediği adam anlamadı başta ne dediğini mezarcının. Bu çirkin adamın ağzını açtığında dökülen şeyler cümle mi? O bile belli değil ama haydi cümle diyelim onlara şimdilik. Buradan görüyorum, rengi çok çirkin bu cümlelerin. Koyu kahverengi ve koyu yeşil karışık cümleler. Eminim kulakta bıraktığı hisler renginden daha acı vericidir. Mecburiyetten çıkardı verdi hüzünlü adam parayı. Kesti o an mezarcı konuşmayı. Uzaklaştı oradan.
Gömüldü mevta. Ağladı herkes. Dualar okundu. Ayrılmak üzereyken insanlar bu sefer başka bir akrabaya yanaştı mezarcı. Aynı çirkin renkli cümlelerle para istedi. Bu seferki akraba biraz sinirlenir gibi oldu, hatta elini kaldırdı mezarcıya. Hemen başka birisi tuttu adamın elini. “Sakin ol,” dedi. Mezarcının cebine para koydu. Sinirlenen adamın koluna girdi ve oradan uzaklaştılar. Onlar uzaklaşırken mezarcı kravatını düzeltti. Saçını taradı. Mezarlık boş şimdi… Bir tek bu pis adam kaldı. Onu izlemek, onu her zaman görmek; hayatımın çoğu zamanında bu adamın sesine, yüzüne, bıyık altından pis pis sırıtışına maruz kalmak beni çok yoruyor.
Yeni bir konvoy geliyor şimdi. Ağacın tepelerinde olduğum için uzaktan görebiliyorum konvoyu. Bugün gelen üçüncü cenaze bu… Her araçta yanıp yanıp dönen şu dörtlü dedikleri sinyaller gözümü alıyor. Herkes park ediyor aracını. Bu sırada yerinden çıkıyor yine mezarcı. Sırıtıyor gizlice. Cenaze aracından indirilen tabutla birlikte ağlamalar, feryatlar ve figanlar… Sanırım yine genç bir beden gömülecek. Hep gençler, hep yolun başındakiler ölüyor bugün. Mezarcının daha çok işine mi geliyor, daha çok mu bahşiş topluyor bu adam? Düşündürdü beni biraz. Yine aynı şekilde, yine insanların içine kasvet getirircesine tekrarlanıyor aynı sahneler. Ağzından çıkan iğrenç cümleler, insanların çaresizliği, cebine giren paralar, bu anlamsız düzen…
Bana uğursuz derler bir de! Benim siyahım mı daha karanlık, bu adamın üzerindeki takım elbiseninki mi? Benim sesim mi daha rahatsız edici, mezarcının cümleleri mi? Ben mi ürkütüyorum insanları, bu adam mı? Sorular çok, sorular uzun. Gidiyor işte mezarcı. Bu sefer takip edeceğim seni. Uçtum. Yavaş yavaş, süzülerek izliyorum. Mezarlığın arka tarafına yürüyor. Neden yoldan gitmiyor ki? O da ne! En az takım elbisesi kadar siyah bir araç. Çok yeni, çok gösterişli ve çok pahalı duruyor. Arka koltuğa bindi. Şoförü de var, ilginç. Araba çalışmaya başlar başlamaz ön tarafında mavi ve kırmızı ışıklar yanıp yanıp sönmeye başladı. Gidiyor işte mezarcı. Başka ölümlerden, başka acılardan beslenmeye…